Demokrasi, Yurttaşlık ve Kent
- Gürcan Banger
- 16 Mar 2020
- 9 dakikada okunur
(Ağustos 2016'da Bakış Dergisi'nde yayınlanmıştır)

Bildiğimizi sandığımız sözcükler var. Örneğin dün demokrasi sözcüğünü ağızlarına almayı reddedenlerin bugün bu sözcük dillerine yapışmış gibi görünüyor. Bu türden bir sözcüğe ilişkin kavrayışımız eksikli ve zayıf olduğunda o sözcüğü kendi bilgilerimizle inşa ederek farklı bir şekilde yorumlayıp deforme edip, şekilsizleştiriyoruz. Dolayısıyla örneğin demokrasi gibi içeriği zengin bir kavram hızla bir dezenformasyon unsuru haline dönüşüyor. Hele ki; dünyada o kavram üzerine yapılan teorik ve pratik katkılar ile çağdaş literatürden bihaber isek iş, deyim yerindeyse Taş Devri Demokrasisi’ne dönüyor.
Demokrasi Nedir?
Eğer elinize bir genel amaçlı sözlük alır ve demokrasi sözcüğünü araştırırsanız, “halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi” şeklinde bir tanımlama ile karşılaşırsanız. Ama konuya çağdaş siyaset bilimi açısından baktığımızda; bu tanımın çoktan aşıldığını fark ederiz. Böylece; bu çağın siyaset kuramcılarından olan Chantal Mouffe’nin ifade ettiği gibi; artık demokrasinin öznelerin çoğulluğu olarak algılanmaya başlandığını gözleriz. Bu çerçevede; toplumda zaten var olan sosyal çok-kültürlülük, bireyler ve kurumların yeni çağda çok-kültürcü olmalarını zorunlu kılar.
Halkın İktidarı
Günümüzün demokrasi anlayışında halkın bir bütün halinde iktidarı elinde tutması ve/veya denetlemesi yeterli bulunmuyor. Zaten halkın iktidarı denen olgu da zafiyet içinde, eksikli bir siyasi temsilin ötesine geçemiyor. Benzer biçimde; yurttaşların birey olarak hukuklarının güvence altına alınması ve özgürlüklerinin tanıması da çağdaş demokratik ihtiyaçları tatmin etmek yönünde yeterli olmuyor.
Liberal anlayışın bireyleri kendi özgün renklerinden arındırarak soyut varlıklara dönüştürmesi, çağdaş kimlik arayış ve korumasına uygun düşmüyor. Küresel Çağ’da bireyler; etnik, kültürel ve/veya inanç temelli özelliklerinden soyutlanmadan, bunları yitirmeden var olmak istiyorlar. Çok yönlü farklılıkları ile temsil sisteminde yer alma çabasındalar. İşte; yeni demokrasi tanımının halkın iktidarı unsuru ile yetinmeyip sosyal öznelerin çoğulluğuna vurgu yapması bu nedenden dolayı…
Sosyal Alanlar
Günümüzde toplum birbiriyle ilişkili, kimi zaman kesişebilen bazı alanlardan oluşuyor. Bunların birincisi; temel olarak bireyler ve ailelerle ekonomiyi temsil eden özel alan. İkincisi; temel olarak devlet ve ilgili kurumlar ile temsil edilen siyasal alan. Üçüncüsü; devlet dışı toplumsal örgütlenmelerin yer aldığı sivil toplum alanı. Dördüncüsü; bireylerin görüş bildirdikleri, tartıştıkları, kararlar ve uzlaşılar ürettikleri kamusal alan…
Ne yazık ki; ne bugünün devlet modeli, ne geçerli hukuk anlayışı, ne de mevcut siyaset modeli; toplumun bu çoklu yapısının ihtiyaçlarını, artan demokratik talepleri ve yeni türden beklentileri karşılayabilecek yetkinlikte değil. Demokrasi anlayışında ortaya çıkan yeni açılımlar, kurumlar ve yapılar düzeyinde yeni uygulamalar gerektiriyor.
Sosyal Çatışma
Toplumda kimliklerin çoğalması ve yeni türden demokratik taleplerin artması, bir yandan sosyal uzlaşmayı zorlaştırırken, diğer yandan tek amaçlı çözümlerin ihtiyacı karşılamamasına neden oluyor. Nihai amacın, toplumda var olan tüm kesimlerin talep ve beklentileri ile uyumlu olması ihtiyacı giderek artıyor. “Bu ortamda çatışmadan kaçmak mümkün değil. Bana kalırsa, asıl olan çatışmanın kendisi. Toplumu oluşturan (ve çatışan) kimliklerin çoğalması ve farklılaşması, yeni bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. Çok ölçütlü eniyileme adını verdiğimiz bu yaklaşım; çatışmaların, çok aktörlü toplumun ana hattı olduğunu ve çatışmadan kaçmak yerine onu yönetip çözebilmek gerektiğini saptıyor. Çok ölçütlü eniyileme sürecinin belli başlı özellikleri, bu sürece katılan bileşen ve ilişki sayısının çokluğu ile amaçlar dizisinin tek bir nihai amaca indirgenemeyişidir. Bu süreçte birden fazla hedef aynı anda göz önünde bulundurulur.”
İşin, güncel politika açısından gerçeği şudur: İçinde yaşadığımız toplumun sorunları; “Şu kapandı, bu açıldı” veya “Ali gitti, Veli geldi” ile çözülemez. Geleneksel siyaset, mevcut yapısıyla günün ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzakta… Bu nedenle; toplumun yukarıda sözünü ettiğim çerçeveyi tatmin eden yeni vizyona, söyleme ve uygulama programlarına ihtiyacı var. Bir kez daha tekrar ederim ki; mevcut siyaset zihniyeti ile çağdaş demokrasinin taleplerini yerine getirmeyi hayal etmek, “bitpazarına nur yağmasını beklemek” fazlasıyla hayalciliktir.
Bugün Demokrasi O Bildiğin Değil
“Demokrasiyi, halkın kendi kendini yönetmesi” olarak biliriz. Klasik bir tanım olarak yanlış sayılmaz; ama yaşadığımız çağ açısından bu tanımın eksikli olduğunu da söyleyebiliriz. Demokrasi, Antik Çağ’dan 20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar olan dönemde; yönetim sisteminde halkın iradesinin egemen olması ve yönetenlerin halk tarafından denetlenmesi olarak anlaşılır. Bugün ise bu kavram; katılımcılık, çoğulculuk ve çok-kültürlülük gibi yeni unsurlarla değişime uğruyor. Değişim gerçekleşirken, bir yandan da yeni sorunlar ve temsili demokrasinin yetersizliğinden yeni ikilemler oluşuyor.
Dünya literatüründe demokrasi konusunda yeni açılımlar getiren o denli çok bilim ve düşün insanı var ki… Bunlar arasında – herhangi bir sırlamaya tabi tutmadan – aklıma geliverenler olarak Samir Amin, Hannah Arendt, John Rawls, Jürgen Habermas, Seyla Benhabib, Benjamin Barber, Chantal Mouffe, Carl Schmitt gibi isimleri sayabilirim. Saydığım ve saymadığım bu isimler, demokrasi teorisinin gelişmesi yönünde ciddi düşünsel çalışmalar, yaptılar, yapıyorlar. Gerçekten günlük yaşamda da demokrasinin anlamı biraz daha genişleyip zenginleşiyor. Örneğin demokrasiye uygun kişilik özelliklerine baktığımızda, artık demokrat olmanın pek sıradan ve kolay bir özellik olmadığını görüyoruz.
Duyarlı ve Farkında Yurttaşlık
Halkın, yönetim hakkını kullanıp işleyişi denetleyebilmesi için bireylerin sosyal, politik ve kültürel konularda duyarlı olmaları gerekiyor. Ancak çevresinde olup bitenlere karşı duyarlı olan insanlar, yönetime katılma ve denetleme konusunda irade ve inisiyatif sahibi olabilirler. Buna duyarlı ve farkında yurttaşlık diyebiliriz. Demokrasi, yeni bireysel özellikleri yanında toplu ve katılımlı irade olduğundan işbirliği, konunun önemli kavramlardan birisi olarak yer alır. Bu nedenle bireylerin birbirlerini kabul etme, karşılıklı saygı gösterme ve birlikte çalışabilme özelliklerine sahip olmaları gerekir.
“Ben yaptım oldu”, “Kimse benden iyi bilemez” veya “Bilirsem ben bilirim” tarzına sahip demokratiklik özelliği eksik insanları çevrenizde görebilirsiniz. Bu kişiler, asla yanıldıklarını kabul etmezler. Yanıldıkları zaman da “dün, dündür; bugün, bugündür” olur. Bu tür insanların zihninde paydaş kavramı oluşmamıştır. Hâlbuki demokrat bir birey, öncelikle yanılabileceğini ve bundan ders alıp tutum ve davranışlarını düzeltebileceğini kabul eden bireydir. Yaşamın paydaşlarla birlikte yer alınan bir ilişkiler ortamı olduğunu bilir.
Demokrat Kişilik
Gerçekten demokrat kişilik yapısı, her zaman yeni durumların olabileceğini kabul eden, dolayısıyla yeni gelişmelerle görüş ve düşüncelerine değiştirebileceğini benimseyen özelliktedir. Kimse yanılmaz değildir. Değişimin kendisinin bile değiştiği bir dünyada başka türlü olmak mümkün müdür?
Toplumumuzda en zor anlaşılan kavramlardan birisi de eleştiridir. Eleştiri, kolayca bir karalama kampanyası haline dönüşebilirken, eleştirilen de kritikleri kabul etmekte hayli zorlanır. Demokrat kişilik, hem eleştirilere tahammüllü olmayı hem de eleştirinin dozunu yapılan yanlışı düzeltmek olarak anlamayı zorunlu kılar. Eleştiri, denetlemenin en önemli araçlarından birisidir.
Demokrat kişi; saydam, esnek ve açık düşünceli olmalıdır. Demokrat insan, kendisini başkalarının yerine koyarak onları anlamayı becerebilen kişidir. Bu da bir diğer özellik olan uzlaşmacılığın kapısını aralar. Uzlaşmacılık, biteviye ödün verme anlamına gelmez tabii. Çatışmaları yönetip denetleyerek ortak kararlara varabilmeyi hedefler. Demokrat bir insanda aramamız gereken diğer iki özellik saygı ve hoşgörüdür. Bu iki özelliği yeterince geliştirmemiş bir insanın uzlaşmacı olması mümkün değildir.
Bir Sözüm de Belediyelerle Üniversitelere…
Belediyeler kendileri hakkında kamuoyu oluşturmak için değişik türden çalışmalar yapıyorlar. Ne yazık ki; bunların bir kısmı ancak “davul dümbelek belediyeciliği” denebilecek türden sabun köpüğü gibi uçup giden faaliyetler… Hele halkın kentlilik ve yurttaşlık kültürüne bir katkısı olduğu hiç söylenemez. Bir kent çağdaş bir yerleşim olmak istiyorsa, oranın yöneticileri o kentte demokrasi kültürünün yerleşmesine destek ve katkı vermek zorundalar.
Geleneksel hale getirilmiş bir “Demokrasi Kurultayı” ya da yılda veya iki yılda bir tekrar edilen “Kentte Demokrasi Kültürünün Genişletilmesi Sempozyumu” kente katkı yapıcı olmaz mı? İki üniversitesiyle övünen bir kente yakışmaz mı?
Kent, Yurttaş ve Sorumluluk
Kent deyince, aklıma önce kentli yurttaşlar gelir; çünkü halk olmadığında kent de olmaz. Kentli vatandaş olmanın getirdiği ayırt edici bir hukuk var. Kentli yurttaşların tüm gelişmiş ülkelerde kabul görmüş hakları vardır. Bu hakların özü, kent halkının iyi yaşam talepleriyle ilgilidir. Kentli olmanın bilinci ise kente ilişkin sorumluluklarının idrakine varılması ile gelişir. Kentli yurttaş gibi kentli yönetici olmanın da durumdan kaynaklanan bir farklılığı var. Bu bağlamda kentte yönetici olmanın temel koşulu, yerel halka hizmet etmektir; çünkü kent halkının insan haklarına saygılı bir çevrede yaşama hakları var.
Yurttaş ve Yönetici
Kentsel yönetim diye bir olgu varsa, bunun ‘müşterisi’ kentli yurttaştır. Dolayısıyla kent adını verdiğimiz ekonomik işletmenin en önemli varlığı kentlilerdir. Bir işletmenin müşterisine verdiği önem gibi kent yöneticisi de halkı anlamalı ve dinlemelidir. Kent halkının taleplerini dinlemek ve taleplere çözüm bulmak için uğraş vermek, asla popülizm değildir. Kent, bireye kendisini geliştirme fırsatları sunmalıdır. Kentli hakları geliştirilmeye açık olmalı, sorumluluk bilincini aşılamalıdır. Böylece kent, bireylerin refahını ve kişiliğini geliştirecek yönde ilerlemelidir.
Kentte yaşayan insanlar, ekonomik ve sosyal olarak daha iyi bir yaşam için daha iyi altyapıya sahip olma haklarına işlerlik kazandırmalıdır. Böylesi bir altyapıyı talep etmek son derece olağandır. Eğer söz konusu altyapı, kaynak ve zaman sorunları nedeniyle bir programa bağlanması gerekiyorsa; bu, halkın katılımı ve iknası yoluyla yapılmalıdır.
Sadece Yöneticiler Değil
Kent olumsuz bir noktada ise; tüm sorumluluk, sadece kentte var olan kurum ve kuruluşlara ya da o kurum ve kuruluşlardaki yöneticilere atfedilemez. Kentin idari makamlarında bulunan kişiler kadar olmasa da, zamanında sesini yüksek perdeden çıkarması gereken ‘okumuş’ bireyler de sorumluluk üstlenmelidir. Kentin bugün bulunduğu noktada kimsenin şikâyet hakkı yoktur.
Kentin yönetim sorumluluğunu almış kişilerden, kentin hizmet birimlerini aktif biçimde ve etik ilkeler doğrultusunda çalıştırması beklenir. Ancak kentlinin de sorunlarına sahip çıkma ve yüksek ses oluşturma sorumluluğu vardır ve bu sorumluluğu yok sayılmamalıdır. Demokrasi, bizzat günlük yaşamın bir parçası haline gelmelidir. Kent adına kentli birlikteliği, halkın katılımı ilkesi etrafındaki katılımcı demokrasinin vazgeçilmez unsuru olmalıdır. Kentte; saygı, hoşgörü ve empati duyguları hakim olmalıdır.
Kenti Olmanın Sorumluluğu
Ders verici şu hikâyeyi duymuş olabilirsiniz. Anadolu’nun küçük ölçekli bir yerleşiminden 40 kadar kişi, yakındaki büyük kente alışverişe gitmiş. Hayvanlara yüklemişler nohudu, buğdayı; onları satıp kumaşlar, ev eşyaları almışlar. Dönüşte 3 kişi, kervanın yolunu kesmiş, çekmiş silahı, ”Yatın, kıpırdamayın” diyerek tümünü soymuş, onları yarı çıplak şekilde yaşadıkları beldeye yollamış. Beldenin girişinde durumu görenler şaşırarak sormuşlar: “Ne oldu size, ne bu haliniz?” “Soyulduk” cevabını alan ahali, soygun kurbanlarına yüklenmişler: “Kim soydu, nerede soydu, kaç kişiydi?” İçlerinden biri durumu özetlemiş: “Onlar 3 kişi beraberdi, biz 40 kişi yalnızdık.”
Yalnız olmadığımızı öğrenmeye başladık. Biriktirdiğimiz atıl enerjiyi, kentin bütünü ile ilgili sorun ve çözümlere sahip çıkma tavrına dönüştürmek lazım. Bir kent, öncelikle orada yaşayanlara aittir.
Değişen Kenti Yurttaşla Yönetmek
Yaşadığımız dönemi öncekilerden ayırt eden özelliklerden birisi, yerel yönetim anlayışındaki değişmedir. Örneğin yerel yönetimlerin uluslararası süreçlerden etkilenmeleri, kentleri küresel bir aktör haline getirdi. Artık kentler, küresel bir rekabet alanı içinde yer aldıklarından yapılanmaları ve yönetilmeleri de bu olguya uygun olmak zorunda. Kentlerin, geçmişin kapalı ekonomi ve kısıtlı ilişkiler dönemine uygun biçimde yönetilmeleri artık mümkün değil.
Bu çağda yerel yönetimi, merkezi yönetimin sıradan bir uzantısı olarak algılamamak gerekir. Kentlerin bir küresel aktör olarak yer aldıkları bir çağda kentleri, merkezin sıradan bir uzantısı olarak anlamaya çalışan anlayışı değiştirmek bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Bu çerçevede bir yandan küresel etkileşim öne çıkarken, diğer yandan da yerel katılımın önemi artıyor. Bu bağlamda yerel yönetimlerin halka karşı sosyal sorumlulukları, hesap verme zorunlulukları ve şeffaf olma gereklilikleri de öne çıkıyor.
Değişim
Gelişen çerçeve, bu çağda hiç kuşkusuz yerel yönetimler ile sivil toplumun iç içeliğini artırıcı bir etki yapıyor. Yerel yönetimlerin süreç ve karar oluşumlarında siyasal ayrışmalar yerine sivil vizyon, program ve paydaşlığın öne çıkması bir zaruret halini alıyor. Bu nedenle siyasal partilerin “Al, bu listeyi onayla” anlayışı yerine, yönetim erkinin sivil toplum endeksli olarak oluşturulmasının zamanı geldi diyebiliriz. Bundan sonra sivil toplum oy kaynağı olarak görülmek yerine yönetim erkinin birlikte oluşturulacağı paydaşlar olarak algılanmak durumundadır.
Kent yaşamı, çağın gereklerine uygun olarak her an daha karmaşık hale geliyor. Bu süreçte kamu, küresel veya ulusal ölçekli sivil toplum unsurları, yerel sivil toplum aktörleri ve özel sektörün sorunlar ve çözümler konusunda daha fazla bir araya gelme ihtiyacı oluşuyor. Bu gerçek, yeni demokratik kurumsallaşma ihtiyaçlarını da birlikte getiriyor. Bu ihtiyacı karşılamak üzere oluşmuş ilk süreçlerden birisi olan kent konseyleri ise henüz hayal kırıklığından öteye geçemedi. Bu haliyle kent konseylerinin siyasetin değişik kanatlarının güç ve üstünlük arayış alanları haline geldiğini görmekten üzülüyoruz. Bu güdük kent konseyi yaklaşımı, yerel olarak geliştirilmiş yeni yaratıcı mekanizmalarla desteklenmelidir. Bu da öncelikle yereldeki aktörlerin görevidir.
“Uzman” Yerine Yurttaş
Kentler açısından bakıldığında; 20’nci yüzyıl bir uzmanlık çağıydı. 21’inci yüzyılın ise bir yurttaşlık çağı olmasını bekliyorum. Yakın zamana kadar kentlerin makro ve mikro ölçeklerde nasıl bir gelişim göstereceğine uzmanlar karar verdiler. Bugün ise insanlar ne türden yerleşimlerde yaşayacaklarını kendileri belirlemek istiyorlar.
Bugüne kadar kentsel kararların üretilmesinde yerel yöneticiler kadar mimar, mühendis ve plancı gibi uzmanlar etkili oldular. Halkın nasıl mekânlarda yaşaması gerektiğine onlar karar verdiler. Kentin alanları yöneticilerle uzmanların beğenilerine göre düzenlendi. Düzenlenmediği durumlarda ise kentler bir kendiliğindenlik içinde başıboş büyüdü, değişti veya dönüştü. Başıboşluğun etkin olduğu yer ve dönemlerde kentler, büyük bir hızla doğal, tarihi ve kültürel özelliklerini yitirdiler. Kentsel büyümede rant ve çıkar beklentileri egemen oldu.
Çağımızı ayırt eden en önemli özelliklerin başında katılım ve doğrudan demokrasi ihtiyacı geliyor. Herhangi bir sürece paydaş olan yurttaşların seçim ve ihtiyaçları, yöneticilerle uzmanların yaklaşımlarının önüne geçmeye başladı. Merkezî yönetim, yerel yönetim ve sivil toplum arasında ortak payda ve uzlaşma anlayışı, halkın kararlara daha fazla katılmak istediği bir biçime dönüştü. Bu süreçte yöneticiler ve özellikle uzmanlar, tüm dünyada paydaşlar adına karar verme fonksiyonundan uzaklaşarak onlara hizmet sunan farklı bir konuma geçtiler.
Yeni Meşruiyet
Artık uzmanlar topluma çözümler ve yaptırımlar dayatan kişi ve kuruluşlar olmak yerine; bilgi ve demokrasi üzerine kurgulanmış yeni bir meşruiyetle hizmet sunuyorlar. Şöyle ki; yurttaşların ihtiyaç ve istekleri saptanıyor, bunlar çözüm seçenekleri haline getiriliyor ve yurttaşların seçim yapmaları kolaylaştırılıyor. Böylece uzmanlarla yurttaşlar karar açısından aynı seviyede konumlanmış oluyorlar.
Uzman ve yurttaş kimliklerinin doğru konumlandırılmasının ilk adımı, doğru iletişim model ve kanallarının üretilmesidir. Yurttaş ile yönetici ve uzman arasında oluşturulan söz konusu iletişim modeli, yeni türden paydaşlık ve ortaklık modellerinin ilk adımlarından birisidir.
Eğer kentin gelişmesine yurttaşlar, yöneticiler ve uzmanlar arasında bir demokratik işbirliği olarak bakmazsak; kentin büyümesi, kâğıt üzerinde ifade edilmiş imar planlarının ötesine geçemez. Bugün yakın çevremizde de olup biten budur. Kentsel gelişim adına yapılmış ruhsuz ve insansız kâğıt parçaları…
Saydamlık
Bir kentin gelişiminde yukarıda sözünü ettiğim aktörler arasındaki iletişim kadar önemli olan diğer unsurlar, saydamlık ve sosyal sayışabilirlik yani hesap verebilirliktir. Kapalı kapılar arasında yapılan çalışmalar, sadece yeni rant ve çıkar mekanizmaları üretmeye yarar. Bu anlamda kentsel gelişime yönelik tüm yaklaşımlar, öncelikle katılımcılığı, saydamlığı ve sayışabilirliği (mali hesap verme sorumluluğu) artırmaya yönelik olmalıdır. Buna kentin büyüme sürecinde demokratik kurumsallaşma diyebiliriz.
Sivil toplum ve doğrudan demokrasi kültürümüz yeterince gelişkin değil. Katılıma ve ortak paydaya yönelik yeterince model ve mekanizma geliştirebilmiş değiliz. Yasalar çıkararak toplumsal dönüşümü sağlamaya çalışıyoruz. İşin ilginci, yeni hak ve özgürlükler dünyasını da ipleri elinden bırakmak istemeyen bir devletle yapmayı deniyoruz. Yurttaşın, sosyal süreçleri gerçekten kendisinin yöneteceği ve denetleyeceği yeni yaklaşımlar üretmeye ihtiyacımız var. Yoksa küresel görünümlü Taş Devri kentlerinde yaşıyor olacağız.
Gürcan Banger
Comments