top of page

Eskişehir ‘Hemşehriliği’

  • Yazarın fotoğrafı: Gürcan Banger
    Gürcan Banger
  • 15 Mar 2020
  • 11 dakikada okunur

(Şubat 2015'te Bakış Dergisi'nde yayınlanmıştır)

Tarih, tercihini kentlerden yapmaya devam ettikçe kentlerin görünümü de değişiyor. Bir yandan mevcut olan kurumlar, kavramlar ve olgular değişirken diğer yandan bunlara yenileri ekleniyor. Değişim ve dönüşüm akıl almaz bir hızla yol alıyor.

Bu süreçte geleneksel hemşehrilik tanımı da değişiyor. Bu kavramın yerini kentli yurttaşlık almaya başladı. Ekonomik veya sosyal nedenlerle insanların daha fazla yer değiştirmeye başlamaları, daha az dinamik olunan dönemlerdeki hemşehrilik anlayışının yerini kentlilik yaklaşımının almasına neden oldu.

Hemşehrilik, bir aidiyet türüdür. Ama hemşehriliğin giderek sönümlenmesi, bu olgunun altındaki aidiyet ve bağlılık unsurunun kaybolduğu anlamına gelmez. Fakat bir ayrıma da dikkat etmek gerekir. İnsanların ve şehirlerin daha durağan olduğu çağlarda bağlılığı ve aidiyeti geliştiren unsurlar farklıydı. Günümüzde geleneksel özelliklerini yitiren kentler, vatandaşların geleneksel aidiyet ve bağlılık duygularını da kaybetmelerine yol açmaya başladılar.

Yeni kentler, orada yaşayan insanlar için bağlılıklarını artırıcı fırsatlar sunmalıdır. Kentte yaşayan vatandaşlar, ilgili kente ve onun unsurlarına anlamlar ve değerler yükleyebilmelidir. Bu olanakları sağlayan bir kentte yaşamak bir yurttaşlık hakkıdır. Böylece yeni türden bir hemşehrilik anlayışı da oluşacaktır.

Bir kent, sadece yaşanan günden ibaret değildir. O kenti bir değer haline getirenler arasında tarihinin ve geleneksel özelliklerinin seçkin bir yeri mevcuttur. Bu anlamda kentteki tarihi yapılar, geleneksel semboller ve kültürün değeri, kentin farklılığını yaratıyor olmasından gelir. Bu kentsel değerlerini korumuş bir beldede yaşamak, bu nedenle bir vatandaşlık hakkıdır. Dolayısıyla kent, kendi tarihi ve gelenekleri ile ilgili unsurları korumak ve geçmişle uyumu bozmadan mevcut olana yenilerini eklemek zorundadır.

İnsanlık tarihi incelendiğinde; yeme-içme ihtiyaçlarına barınma ihtiyacının eşlik ettiği görülür. Her çağda insanlar sağlıklı konutlarda yaşamak için çaba harcamışlardır. Günümüzde kentsel mekânları incelediğimizde; hâlâ çok olumsuz şartlarda yaşamak zorunda kalan insanları görürüz. Bu olumsuzlukları aşmak, kent yöneticileri yanında kentin diğer unsurlarının da sorumlulukları arasındadır. Özetlersek; uygun ödeme koşullarıyla sağlıklı, özel yaşamın mahremiyetine özen gösteren, kiralayarak veya satın alarak güvenli konutlarda yaşamanın bir yurttaşlık hakkı olduğunu söyleyebiliriz.

Alt-Kentler

Alt-kentler üretilmeye başlandığından beri gözlediğim bir sorunu iletmek isterim. Alt-kentler çok fonksiyonlu şekilde tasarlanmamışsa, sonuçta yatak-kentler haline dönüşüyor. Buralarda yer alan konutlar, otel fonksiyonunun ötesine geçemiyor. Çünkü bu alanların ticaret, dinlenme, eğlenme ve spor ihtiyaçları açısından yapabileceği hizmetler çoğu zaman ihmal ediliyor. Bu nedenle bu bölgelerde yapılan konutlar pek az fonksiyona hizmet edebiliyor.

Bu durumu andırır bir diğer sorun ise şehrin bölgeleri arasında ulaşım ve erişim sıkıntılarının olmasıdır. İletişim ve ilişki kurmak, insanlar için bir ihtiyaçtır. Bu nedenle kentin herhangi bir noktasında yaşayan insanlar, başka bölgelere veya başka insanlara erişebilme imkânlarına sahip olmalıdırlar. Bu bağlamda kentli yurttaşların, kentin diğer kesimleri ile ilişki kurmalarına fırsat ve olanak tanıyan bir kentte yaşamaları bir vatandaşlık hakkıdır.

Ekonomik İşletme Olarak Kent ve Demokrasi

Bir kent, bir ekonomik işletme gibidir. Ama bir kentin sosyal ve kültürel yönlerinin önem ve ağırlığını gözden kaçırmamak gerekir. Bir işletmede gerekli olan fonksiyonlar iş sahipleri ve yöneticiler tarafından yerine getirilir. Konu, bir şehir ölçeğine geldiğinde ise çok sayıda ekonomik ve sosyal faktör devreye girer. Bu nedenle bir şehirde yurttaşların haklarının gereğinin sağlanması, bir işletmede çalışanların haklarının sağlanmasından çok daha zor ve kapsamlı bir iştir.

Demokrasinin en önemli unsurlarından birisi, çoğunluk dışında kalanların hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Ayrımcılık, bu yönüyle demokrasinin düşmanıdır. Sosyal yaşam; kadınların, çocukların, engellilerin, farklı kültürlere sahip olanların veya farklı düşünenlerinin (ve farklılığa sahip her kim varsa onların) hak ve özgürlüklerinin zarar görmemesine özen göstermek durumundadır. Bunu gerçekten sağlıyor muyuz? Hayır…

Demokrasiyi başaramadığımız bir yana; kentleri de mimari referans kitaplarında verilmiş ortalama değerlere göre çoğunluk dışında kalanlara dikkat etmeden yapıyoruz. Örneğin engelli vatandaşlar, bu ‘ortalama zihniyetten’ en çok zarar görenler arasında yer alıyor. Şehirlerimiz, başta engelliler diye özetlediğimiz bedenen ve zihnen sorunları olan insanlar başta olmak üzere pek çok vatandaş için bir zindana dönüşüyor. Yüksek kaldırımlar, bozuk yollar, yol üzerinde engeller, özensiz tasarlanmış duraklar, dik merdivenler, uygun olmayan asansörler ve en önemlisi kenti bu hale getiren at gözlüklü kafalar…

Ulaşım, Erişim, Doğaya Yabancılaşma

Bir şehrin en önemli fonksiyonlarından birisi kolay ve rahat ulaşım olmak zorundadır. Kent içinde sıkıntısız seyahat edebilme bir yurttaşlık hakkıdır. Bu nedenle kent, –engelliler de dâhil olmak üzere– kentte yaşayan herkesin herhangi bir noktadan diğerine kolaylıkla seyahat edebilmesine, ulaşabilmesine imkân tanımalıdır. Eğer kentte yurttaşların gelir düzeyine uygun ulaşım olanakları yoksa bu da vatandaşlık hakkının ihlalinin bir örneği sayılır.

Son birkaç yüzyılın en belirgin özelliği, insanın büyük bir hızla doğaya yabancılaşıyor olmasıdır. İnsanın doğa ile mesafesinin büyümesinde kentler, hem neden hem de sonuç olarak yer alıyor. Bunda kentlerin, insanın bazı doğal ihtiyaçlarını karşılamakta sıkıntılara ve sorunlara yol açmasını gösterebiliriz. Örneğin kentler vatandaşların kolayca sağlık hizmetlerine ulaşabilmesine imkân tanımalıdır. Kentler, insanlara sağlıklı içme ve kullanma suyu olanakları ile sorun yaratmayan kanalizasyon sistemi servisi sunabilmelidir. Bu bağlamı; içeride ve dışarıda yeterli güneş ışığı ve doğal yaşama bağlantı kurabilen yeşil çevre sağlanması ile tamamlayabiliriz.

Eğitim ve İletişim

Bu çağı tanımlayan en belirgin özelliklerden birisi, eğitimin öneminin artması ve yaşam boyu süren bir nitelik kazanmasıdır. Bu nedenle bir şehrin vatandaşlara erişilebilir eğitim imkânları sunması gerekir. Bir kentte yaşayan insanlar kendilerini sürekli geliştirebilmek için eş başlangıç imkânlarına ve eş fırsatlara sahip olmalıdır. Sürdürülebilir eğitim hakkı, kentli yurttaş olmanın en değerli unsurlarından birisidir.

Gelişen iletişim ve medya teknolojileri, hiç kuşkusuz yaşamımıza pek çok olumlu kazanım sağladı. Ama kaybettirdikleri de var. Özellikle görsel medya, kentli vatandaşları tam anlamıyla bir bağımlılığa yöneltti. Bunun en ‘seçkin’ örneklerinden birisini spor alanında yaşıyoruz. Fiilen spor yapmak yerine televizyon kanalında spor yarışması izlemek, önemli –bazı insanlar için tek- boş zaman etkinliği haline dönüştü. Hâlbuki bir kentin; vatandaşları, fiilen spor yapmaya özendirmesi ve buna ilişkin sportif imkânları sağlaması gerekir. Spor ile sözünü ettiğim bu bağlamı; her yaş, yetenek ve gelir dilimi için zengin boş zaman etkinliği seçenekleri olarak genişletmemiz gerektiğini ifade etmeliyim.

Yaşadıkları kenti yönetmek, yönetim karar ve süreçlerine fiilen katılmak ve kamusal işleri denetlemek bir kentli yurttaşlık hakkıdır. Kent bütçesinin oluşumuna, işletilmesine ve denetimine katılmak bir vatandaşlık hakkıdır.

Yukarıda özetlediğim özellikler sahip bir kentte yaşıyorsak –yaşadığımız kent bize saydığım bu hak ve özgürlükleri kullanmamıza izin veriyorsa– bu durumda gerçekten özenilecek nitelikte bir kentte yaşadığımızı söyleyebiliriz. Diğer durumlarda sadece kendimizi kandırıyor olabiliriz.

Dil, İletişim ve Hemşehrilik

Günümüzde bilişim ve iletişim araçlarını kullanmak, bir meslek ve iş sahibi olmak için zorunlu unsurlardan birisi haline geldi. Bir anlamda zamanın daralması, bir başka anlamda ise zamanın hızlanması, geleneksel araçlar yerine yeni ve çağdaş teknolojilerin kullanılmasını zorunlu kılıyor. Neredeyse elektronik postadan yararlanmadan veya bilgisayar üzerinde ofis yazılımları gibi bir metin yazma programını kullanmadan pek çok mesleği icra etmek imkânsız hale geldi. Artık hastanelerde ve doktor muayenehanelerinde modern cihazlar, birer bilgisayar aygıtına bağlı olarak çalışıyorlar. Mühendislik hesaplarını bilgisayar ortamında çok daha hızlı ve hatasız yapabiliyoruz. Devletle olan işlerimizin giderek daha büyük bir bölümü, bilgisayar ve İnternet üzerinden yapılıyor. Neredeyse tüm gazetelerin birer elektronik kopyaları, İnternet üzerinde bulunuyor. Kısaca özetlediğim bu gelişmeler, bilgi dağarcığımız içinde bilişim ve iletişim araçlarının kullanım bilgisinin bulunmasını zorunlu kılıyor.

Dünyadaki değişmelere göre bilgi ihtiyacı da içerik ve biçim değiştiriyor. Örneğin 1970’li yıllardaki küresel enerji krizinin ardından; petrol mühendisliği, o dönemin en popüler mesleklerinden birisi haline gelmişti. Bu nedenle dünyanın her yerinde üniversite eğitimi için petrol mühendisliği seçimi yapanların sayısında ciddi bir artış gözlenmişti. Daha sonra bu heyecanın yerini, örneğin bilgisayarın albenisinin artması ile elektronik ve bilgisayar mühendislikleri aldı. Yine küreselleşmenin artan etkileri ile birlikte uluslararası ilişkiler veya iletişim gibi alanlara yönelik eğitim talebinin arttığını gözledik.

Dil konusunda da benzer gelişmeler oluyor. Örneğin bir zamanlar Fransızca bilmek, önemli kabul edilirmiş. Muhtemelen köklerini aynı dönemde bulan bir özdeyiş, “İki lisan, iki insan” diye öğüt verir. Almanya’nın diğer ülkelerden işçi almaya başladığı yıllarda Almanca gözde bir dil olarak ortaya çıktı. Sanırım 20’nci yüzyılın başından bu yana İngilizceye özel bir ilgi var. Özellikle Soğuk Savaş yıllarının ardından ve ABD’nin bir güç olarak ortaya çıkışından sonra İngilizce, adeta bir dünya dili oldu. Bu arada unutmadan söylemeliyiz ki; bugün kendileri nüfus ve yüzölçümü olarak küçücük ülkeler olan Portekiz ve İngiltere’nin dillerinin milyonlarca hatta milyarlarca insan tarafından kullanılıyor olmasında, bu ülkelerin sömürgeci politikalarının etkileri de var. Bir sonuç olarak; günümüzün küresel dünyasında İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Portekizce gibi dillerin yaygın olarak kullanılması, toplumumuzu da etkileyen bir kültür aynılaşmasına vesile oluyor.

Bugün dünyada 180-200 milyon dolayında kişinin Türkçe konuşuyor olması muhtemeldir. Ama Türkçenin daha güçlü bir dünya dili olması konusunda yeterli derecede başarılı olamıyoruz. Özellikle Türkçe konuşan devletlerin Türkçenin geleceği konusunda yapması gereken yeni ve ortak çalışmalar olduğu kanaatindeyim.

21’inci yüzyılın başında tüm ülkeleri ve endüstrileri cezbeden ekonomilerin başında Çin geliyor. Okuduklarımızdan ve bu ülkeyi ziyaret edenlerin aktardıklarından anlaşılıyor ki; Çin’de İngilizce gibi Batı’da yaygın kullanılan dilleri bilen kişilerin sayısı fazla değildir. Diğer yandan; aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkenin Çin ile iş yapmak istediği gerçeği hatırlanınca, Çince konuşma, okuma ve yazma bilgisine sahip olmanın önemi kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Yine yaşadığımız dönemde ihraç ürünleri açısından Arap pazarında ciddi bir potansiyel ortaya çıktığını gözlüyoruz. Diğer yandan bazı Kuzey Afrika ülkelerindeki ucuz işgücünü dikkate alan bazı sektör firmaları, bu bölgeye kayma çabası içindeler. Sonuç olarak Arapça konusunda da büyüyen bir ihtiyaç var. Benzer nedenlerle Rusçanın artan öneminden ve Rusça bilen kişi konusundaki yükselen ihtiyaçtan söz edebiliriz.

Günümüz dünyasında bilimsel ve teknolojik bilginin önemini reddetmek mümkün değil. Ama inanın ki; bunları iletmek için gerekli olan bilişim ve iletişim araçlarını kullanmayı bilmediğiniz ve sizin bilginize ihtiyaç duyan insanların kendi dilleriyle iletişim kuramadığınız zaman, pek çok durumda ne bildiğinizin de fazla önemi olmuyor.

Eskişehir ve Hemşehrilik

Eskişehirlilik diyebileceğimiz hemşehrilik anlayışımızın gelişmiş olduğunu söylemek mümkün değil. Bunda 19’uncu yüzyıl öncesinde Eskişehir’in küçük sayılabilecek bir yerleşim olmasının ve daha sonra değişik zamanlarda farklı kültürlerden insanların göçle gelmesinin etkisi var. 50-60 yıl öncesini hatırlayanlar, şehrin kuzey ve güneyi arasındaki Aşağı ve Yukarı Mahalle geleneksel kavgalarını hatırlayacaklardır. Yine eskiler, genel anlamda bazı göçmenlerin, şehrin bazı yerlileri tarafından nasıl ‘ikinci sınıf’ sayılmaya çalışıldığını hatırlayacaklardır.

Sözün özü; ülkemizin başka şehirlerine oranla göçle büyümüş Eskişehir, kendisini oluşturan farklı kültürleri yoğurarak bir hemşehri kültürü yaratamamıştır. Eskişehirli yurttaşların yatılı okul veya askerlik anılarında bu durumun sıkça dile getirildiğini ve vurgulandığını hatırlarsınız.

Bir hemşehri kültürünün oluşmaması, genellikle o şehri oluşturan farklı kültürlerin kendi içlerine dönmesini sağlar. Etnik kimlikler ile eş kökenli kültürel topluluklar veya inanç grupları, kendi iç bağlarını güçlendirerek ortak bir şehirli kimliğinde erimeye karşı direnirler. Kültürel kimliklerin korunması ve yaşatılmaya çalışılması, tabii ki anlamlı ve değerlidir. Ama günlük yaşamda paylaşılan bir şehrin kaynaklarından yararlanma konusunda ortak paydaya varılamamış olması, kültürler arası gerginliğin de çıkış noktalarının başında gelir.

Bir şehri oluşturan farklı yurttaş toplulukları arasında içe dönmeden kaynaklanan gerilim, zorunlu olarak bir çatışma doğurmayabilir. Daha doğrusu; çatışma, geçmişteki Aşağı – Yukarı Mahalle kavgalarından farklı bir görünüm verebilir. Bugünkü durum da bunu doğrulamaktadır. Örneğin bugün farklı etnik ve kültürel gruplar arasındaki çatışma, siyasal partilerde ve sivil toplum kuruluşlarında ‘iktidar mücadelesi’ olarak görünmektedir. Bu tür örgütlerde kişiler, göçle geldikleri memleketlerine ve kendilerini isimlendirdikleri alt-kimliklerine göre farklı rant ve iktidar kavgası grupları oluşturmaktalar.

Tabii ki; yerel iktidar mücadelesinin ve siyasal rant kavgasının tek nedeni olarak etnik ve kültürel kimlikleri gösteremeyiz. Kimlikler, güç ve rant elde etme mücadelesinde bazen etkin bir araç, kimi zaman ise kaynak neden olabilmektedir. Bu konuyu ele alırken asıl vurgulamak istediğim konu, bu farklılıkların şehrin potasında bir hemşehrilik ruhuna dönüşememiş olmasıdır.

Hemşehrilik, şehre sahip çıkmak anlamında çağdaş yurttaşlık yolundaki adımlardan birisidir. Bu şehrin geçmişteki yöneticileri ve önde gelenleri, mevcut karmaşayı veri kabul edip böylesi bir ortak kimliğin oluşması için fazlaca gayret sarf etmemişler. Kendi etnik kimliğimizden birisini, kendi göçmen soydaşımızı veya Eskişehir’de yaşayan kendi memleketlimizi sevip saymışız. Ama bunların dışındakilerle hemşehri olmayı içimize sindirememişiz. Bizden olmayana öteki olarak bakmışız ve daha soğuk durmuşuz.

Bu yazıyı yazarken, ‘şuralılar veya buralılar’ diye açık örnekler veremiyorum. ‘Şuradan göç edenler’ demekten kaçınarak biraz genel ifadelerle yetinmek zorunda kalıyorum. Çünkü yukarıda söz ettiğim sorunlar, açık örneklemeyi de zorlaştırıyor. İsim verdiğimde, söz konusu etnik veya kültürel topluluğun rant tekerine çomak sokmuş gibi görünüyorum. Ama gerçekler değişmiyor. Çok kültürlülük var ama Eskişehir hemşehriliği yok. Eskişehir, kendi insanını sevmiyor. Eğer Eskişehir, birisini karalayıp yok edecekse yargıda ve infazda önce kendi insanını tercih ediyor.

Eskişehir, son yıllarda Ankara’nın gözünden düşmüş gibi görünen illerden birisi. Kendi kaynakları ile geleceğini yaratmaya çalışıyor. Ama kendi insan potansiyelini yok ederek gidebileceği fazla mesafe olmasa gerek. Eskişehir’e hizmet etmenin yolu, öncelikle ortak değerleri ve sevdaları olan çokkültürcü Eskişehir hemşehrisi olmaktan geçiyor.

Kendi İnsanını Sevmeyen Bir Şehir mi?

Değerli olan nedir? İnsanın kendisi mi, yoksa üzerindeki giysiler ve takıları mı? Hiç kuşkusuz; soruyu cevaplayanların çok büyük çoğunluğu, gerçek değerin insan olduğunu söyleyecektir. Aynı soruyu “Bir kentte değerli olan nedir?” şeklinde sorsam, muhtemelen alacağımız cevaplar arasında binalar, caddeler, sokaklar, alışveriş merkezleri, mağazalar ya da heykeller vs gibi dış mekân mobilyaları öne çıkacaktır.

Bir kentli yurttaş, yaşadığı kentin nesiyle övünür? Sokak mobilyaları ile mi? İnsan yapımı fiziksel yapılarıyla mı? İklimiyle mi? Akarsuyu ya da dağlarıyla mı? Bir kentte değer olan nedir? Bir kentin övünmeye değer en önemli kaynağı ne olabilir?

Kentler, insanların yerleşme ve yaşama alanı olarak düzenledikleri mekânlardır. Bu ortamı yaratan insandır. Daha da önemlisi, kendi yaşamını sürdürmek için yapmıştır. Kenti anlamlı kılan insandır. Bu nedenle bir kentin değerini de ağırlıklı olarak o yerleşimin insan kaynağı belirler. Bir kent, orada yaşayan insan topluluğu ile değerlenir. Dolayısıyla yaşadığımız kent ile övünecek isek öncelikle kentimizin insan varlığı ve insani birikimi ile övünmemiz gerekir. Övünmek için ise önce insanı, buradan kaynaklanarak kentimizin insanını sevmemiz ve ona saygı duymamız gerekir. Sevgi ve saygı duymayı ise kentimizin insanına sahip çıkarak pekiştirmeliyiz. Şehir toplumu, önce kendi insanını sevmeli ve ona sahip çıkmalı; ardından onunla övünebilmeyi bilmeli.

Sevgisizliğin Tarihi

Başta seyahatnameler olmak üzere tarih kitapları, 19’uncu yüzyılın (1800’lü yılların) ortalarında Eskişehir’i küçük ve bakımsız bir kasaba olarak tanımlarlar. 1800’lü yılların başlarında Eskişehir’in 800 hane ve 4500 kişilik nüfustan oluştuğunu söyleyen tarih araştırmacıları var. Ancak 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru nüfus artmaya başlar. Eskişehir’in, 1870’de bağlı bulunduğu Hüdavendigar Vilayeti kayıtlarında 3339 hane, 5 mahalle ve 7931 Müslüman erkekten oluştuğu belirtiliyor. Demiryolu hattının yapılmaya başlanmasından önce, 1885 tarihli Hüdavendigar Salnamesi’nde merkezdeki nüfusun 17 bin küsur olduğu ifade ediliyor. 1893’te ise Eskişehir kazasının köyleri ile birlikte nüfusunun 60 bin dolayında olduğu belirtilmiş. Yaklaşık bir hesapla kaza merkezi, toplum nüfusun yüzde 25-30’u dolayında… Günümüzde ise kent merkezinin nüfusu, il nüfusunun yaklaşık yüzde 85’i…

Yukarıda anlattıklarımızdan çıkarılacak sonuç, Eskişehir’in özellikle merkezinin 1800’lerin sonlarına kadar küçük bir yerleşim olduğudur. Yerleşimin büyümesi, 19’uncu yüzyılın sonlarında demiryolunun yapımı ve Kırım ile Balkan’lardan gelen göçler ile başlamış. Türklerin Asya’dan Anadolu’ya gelişinin tamamlanmasından sonra Eskişehir; 1800’lerin sonlarına kadar ciddi göç almayan, homojen sayılabilecek bir nüfusa sahip, küçük bir yerleşim olarak kalmış. Özetle; Eskişehir’in özellikle nüfus olarak büyümesi, yaklaşık 110-120 yıl gibi bir kent için oldukça kısa sayılabilecek bir sürede olmuş. (Ana soruna işaret eden bir uyarı notunu burada vermeliyim. Kentin ekonomik büyümesi, bu yaklaşık yüz yıllık dilimde aynı hız ve yoğunlukta olmamış.)

19’uncu yüzyıl sonlarındaki büyümenin ana kaynaklarının başında İstanbul-Bağdat demiryolunun yapımı ve bu hattın en önemli duraklarından birisi olarak Eskişehir’in belirlenmesi olduğunu biliyoruz. Demiryolunun yapılmaya başlanması ile birlikte yabancı işçiler ve aileleri yanında yerli ve yabancı tüccarlar da Eskişehir nüfusuna katkı yapmışlar. O dönemde Eskişehir’de bir Avrupa Mahallesi bulunduğu belirtiliyor.

Eskişehir tarihini yazan araştırmacılar, yerleşimin nüfus yapısını farklılaştıran göçlerin demiryolunun yapımından önce başladığını anlatırlar. Kırım ve Rumeli göçmenlerinin önemli bir bölümü, yapım ile birlikte demiryolu etrafında yerleştirilmiş. Bu süreçte yeni oluşturulan göçmen köylerinin sayısında ciddi artış olmuş. Ama ne yazık ki (Eskişehir tarihini araştıran bazı yazarların da belirttiği gibi) yerli nüfus ile Rumeli ve Kırım’dan (ya da ülkenin başka bölgelerinden) gelen göçmenlerin kaynaşması kolay olmamış. Kökleri Eskişehir’in büyümesinin ilk yıllarına dayanan bu kültürel çatışma sorunlarının, günümüzde de izlerini sürdürdüğünü biliyoruz.

Kesin olan şudur ki; 100 küsur yıl içinde küçük bir yerleşimden dış göç akımları ile büyüyen Eskişehir’de hemşehrilik kurumu gelişmemiş. Bir yandan hemşehrilik için gerekli olan zamanı, diğer yandan planlı kültürel kaynaşma desteğini bulamamış olan Eskişehir, hemşehrilik duygusu gelişmemiş bir yerleşim olarak büyümüş. Üniversitelerin taşıdığı yeni insan akımlarının da katılması ile çok-kültürlü bir kent toplumu oluşurken, hemşehriliğin beraberinde büyütmesi beklenen sosyal sermaye (karşılıklı güven ve işbirliği kültürü) gelişememiş.

Karşılıklı Güven ve İşbirliği Kültürü

Mevcut durum, yukarıda özetlediğim gibi… Taklitçi zihniyet ise kentin geleneksel yapısına daha fazla zarar vererek elde olanın da kaybolmasına neden oluyor. Batıdan ya da Doğudan kökeni ne olursa olsun; kendi akışı içinde oluşana alternatif olarak başka kültürleri kopya etmenin yarattığı şekilsiz ortam, kentin ekonomisinden sosyal yaşamına kadar her alanda zarar veriyor.

Bir sorunun varlığı, onun kaynaklarını ortadan kaldırmak için önlemler alınması gereğine işaret eder. Eskişehir’in sosyal sermaye konusunda eksiklik ve zafiyetini gidermenin yolları var. Bunlar öncelikle kentteki tüm kurum ve kuruluşların iyi niyetli işbirliği ve ortak çalışma platformlarını aramalarından geçiyor. Bu bağlamda da kişilerin, kurumların ve işbirliklerinin önünü tıkamalarına da karşı durmak gerekiyor. Bazı kişilerin kentin kurum ve kuruluşlarını, devletin makamlarına tırmanmak için basamak yapmalarına engel olmaktan geçiyor.

Eskişehir, şimdiki durumuna yaşadığı dönemlerin bir sonucu olarak gelmiş olabilir. Ama bu durumda bile işbirliği ve güven kültürünü geliştirmesi mümkündür. Çünkü bunun yöntem ve araçlarına ilişkin kültür var. Sadece yararlanmayı istemek ve buna göre örgütlenmek gerekiyor.

Eğer kentin vilayet makamı, belediyeleri, meslek odaları, üniversiteleri özel sektörü ve sivil toplum kuruluşları birbirleri ile geçinemiyorlarsa o kent, Sodome ya da Gomora olmaya hızlı adımlarla ilerliyor demektir. Kent, kendi insanına saygı duymalıdır. Kent, kendi kurum ve kuruluşlarına sahip çıkmalı, onları geliştirmenin yol ve yordamlarını aramalıdır. Kent, kendi insanını ve kuruluşunu eleştirmek ve karalamak yerine bardağın (boş tarafını göz önünde tutarak) geliştirmenin, desteklemenin ve geliştirmenin enerjisini yaratmalıdır. Kent, kendi insanını sevmelidir.

Gürcan Banger

تعليقات


Post: Blog2_Post

Subscribe Form

Thanks for submitting!

©2020, Eskişehir tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page