top of page

Kent ve Ahlak

  • Yazarın fotoğrafı: Gürcan Banger
    Gürcan Banger
  • 15 Mar 2020
  • 11 dakikada okunur

(Ocak 2015'te Bakış Dergisi'nde yayınlanmıştır)

Kent, her şeyden önce insanlar ve orada yaşayan diğer canlılar için bir yaşam çevresidir. Kentin cansızları olmadan ise bu büyük mekânın tanımı ve anlamı olmaz. Yerel yöneticinin attığı her adım, kentin yaşam koşullarını iyileştirme yönünde olmalıdır. Bugünün kentlerinde gördüğümüz en ciddi sorunlardan birisinin insanın doğaya yabancılaşması olduğunu söyleyebiliriz. Beton yığınları ile asfalt yüzeyler arasında sıkışmış olan insan giderek ötekileşiyor. Kentler insan doğasına aykırı bir hal almayı sürdürüyor. Bir yerel yöneticinin ilk görevi, bu duruma “Dur” diyebilmektir.

Kentsel Bütünlük

Bir kent, binalardan, yollardan, meydanlardan ve değişik mobilyalardan oluşur. Ama kent sadece bunlardan ibaret değildir. Öncelikle bu kent, doğal yaşamın bir parçasıdır ve öyle olmayı sürdürmek zorundadır. İkincisi; kent, bir kültür alanıdır. Dolayısıyla bu kültürün sürdürülebilirliğini ve gelişmesini sağlamak durumundadır. Üçüncüsü; kentin tarihi bir geçmişi vardır ve dün ile bugün arasında doğru geçişliliğin sağlanması şarttır. Dolayısıyla eskiyi sorgusuz sualsiz yok ederek yaşanabilir bir kent yaratamayız.

Bir kentte eskiyen ve tükenen unsurlar vardır. Örneğin parklardaki çiçekler solup kuruyabilir. Kuruyanlar sökülüp yerine yenileri dikilir. Bazı kent mobilyaları kırılıp dökülür ve yenilenmeleri gerekir. Ama kentin öyle unsurları vardır ki; bunlar, eskidikçe daha değerli hale gelirler. Bu nedenle tarihi ve kültürel değeri olan binaların, anıtların, ağaçların veya mekânların özenle korunmaları ve gerekirse iyileştirilerek tekrar yaşama kazandırılmaları gerekir. Yerel yönetici, bu gerçeğin farkında ve bilincinde olması gereken kişidir.

Ekolojik Kent

Kentlerde parklar, bahçeler, yeşil alanlar bulunur. Bunların bazıları sadece düz çimenden oluşsa bile yerel yönetici için bunlar, yeşil alanları oluşturur. Yeşil alanlar ise konut alanları kadar önemli ve değerlidir. Yetkin bir kent yöneticisi, örneğin yıkım gibi veya fonksiyon değişimi gibi bir nedenle boşalan kent arazisini hemen yeni bir beton yığıntısı ile doldurma hevesine kapılmaz. Eğer kentin öncelikleri oranın yeşil alan yapılmasını öngörüyorsa, nitelikli yerel yönetici kentsel rant saplantısına kapılıp kalmaz. Çünkü kent insanlar içindir ve öncelikle insanların sağlıklı sürdürülebilirliği düşünülmek zorundadır.

Yaşam çevremizle ilgili düşüncelerimizi oluşturan bazı faktörler var. Örneklemek gerekirse; bu etkenlerin bazılarını din, ahlak ve hukuk olarak sayabiliriz. Kentsel yaşam çevremiz konusunda davranış biçimimizi bu faktörler etrafında oluşmuş kararlarımız meydana getirir. Eğer bunların belirlediği davranış modelimizi ekonomik çıkarların ve rant arayışlarının etkilemesine izin verirsek; geldiğimiz nokta, bugün yaşamak zorunda kaldığımız betonlaşmış kentler olur.

Kentlerimize, daha doğrusu kentsel yaşam çevremize verdiğimiz önem, insan olarak kendi yaşamımıza verdiğimiz önemle eşdeğerdir. Bu nedenle doğayla ilişkimizin kopmaması ve kendimizi doğa karşısında ötekileştirmemek için kendimize ve kentimize yüksek derece önem ve değer vermek zorundayız.

Geçmişten Geleceğe Kültürel Miras

İnsanın yaşam çevresinde öyle unsurlar vardır ki; bunlar; tek tek bireylerin veya grupların başarılarından veya çıkarlarından daha önemlidir. Çünkü bu unsurlar, toplam insan yaşamının ekonomik, sosyal, kültürel ve inanca dayalı vb alanlardaki sürdürülebilirliği ile ilgilidir. Bunları basit hesaplara indirgeyerek anlayamayız; basit makam ve ikbal hesaplarına feda edemeyiz.

İnsanların öncelikli ihtiyaçları arasında beslenme, barınma ve sağlık gibi konular yer alır. Ama insanı insan olarak ayırt eden özellikler arasında diğer sosyal, kültürel ve inanca dayalı olan ihtiyaçlar ayrı öneme sahiptir. Bu bağlamda tarihi, kültürel, sosyal, siyasal ve benzeri ihtiyaçları sayabiliriz. Yine bu kalemden olmak üzere sanat, mimari, yazılı ve sözlü folklor gibi geleneksel kültür unsurlarını söylemek doğru olur.

Yukarıda saydığım bu değerlerin tamamı tek tek bireylere değil; toplumun kendisine aittir. Bu nedenle özel mülkiyet altında olan eserlerin bile anonim olmaları açısından topluma ait olan bir yönü bulunur. Bu eserlerin tamamı kültürel miras başlığı altında yer alır. Kültürel miras, yaşam çevremizin vazgeçilmez unsurlarındandır. Kültürel miras, bir devletin sınırları içinde yaşayan vatandaşların olduğu gibi, tüm dünya insanlığının çok yönlü, ortak yaşamının devredilemez mülküdür.

Kültürel Miras Hakkı

Bu eserler üzerindeki hakkımızı başka kişi ve kuruluşlara devredemeyiz. Çünkü hakkımız dediğimiz şey, insan hakları kapsamının vazgeçemeyeceğimiz bileşenlerinden birisidir. Kültürel miras, sosyal yaşam ile büyür, gelişir ve insanlığın ilerlemesine katkılarda bulunur. Kültürel mirası oluşturan tarihi, kültürel veya doğal varlıkların yok edilmesine geçit vermek, insanlığın gelecek güvencesini tahrip etmekle eşdeğerdir. Bu nedenle yaşadığımız topraklarda tarihi, kültürel ve doğal olarak mevcut olan her şey, hem tek tek bireyler olarak hem de bu topraklarda yaşayan toplum olarak hepimize aittir.

Ne yazık ki; özellikle ekonomik çıkarlar ve rant beklentileri ile siyasal ikbal ve makam arayışları karşısında kültürel miras korumasız haldedir. Çoğu zaman kültürel mirasın korunması amacıyla çıkarılan yasalar yeterli olmaz. Hatta bu yasaları çıkaran devletin kendisinin bu mirası yok etmek üzere yaptığı uygunsuz faaliyet biçimleri olduğunu görürüz. Kimi değerli eserlerin bizzat kamu adına yıkılıp yok edildiği çokça görülebilen bir durumdur.

Kültürel mirasın yok edilmesine karşı durmak vatandaşlar olarak hepimize ait bir sosyal sorumluluktur. “Şu anıt, filan artifakt yıkılıversin”, “Bu kocamış ağacı kesiverelim”, “Filan yapı zaten köhne; yıkılsa ne olur ki”, “Üç beş kırık eski çömlek yüzünden projemiz ilerlemiyor”, “Şu yıkık dökük yerleşim sulara gömülüverse ne olur” diyemeyiz. Bana ait olanı, sana ait olanı, bize ait olanı, yani hepimize ait olanı kimsenin yıkmaya, yok etmeye veya ortadan kaldırılmasına imza ve onay vermeye hakkı yoktur. Hiçbir gerekçe bu durumu haklı gösteremez.

Yaşadığımız Anadolu topraklarında çok sayıda uygarlık yer almış. Şu an ise bizim dâhil olduğumuz toplum yaşıyor. Bu topraklarda yaşamış tüm uygarlıklar, iyisiyle kötüsüyle bizim geçmişimizi oluşturur. Bu nedenle bu uygarlıklardan geriye kalmış olan ören yerleri, yapılar, sit alanları, anıtlar, sözlü ve yazılı tarih, bugün farklı bir yapıya ve yaşam anlayışına sahip olsak bile bize aittir. Bunları yok saymak veya yok etmeye çalışmak, kendi kazdığımız mezara kendimizi gömmek anlamına gelir.

Değişim ve Küreselleşen Ahlak

Şu sıralar iş kültürü alanında en çok konuşulan konular arasında “kültürel çeşitlilik” yer almaya başladı. Küreselleşmenin beklenen sonuçlarından birisi olarak, şirketlerde farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen insanlar çalışır oldu. Gelişmiş ülkelerde bu değişimi, daha fazla gözlüyorsak da ülkemizde de farklı köken, kültür ve dinden insanların sayısının artışını izleyeceğiz. Sonuçta kültürel çeşitlilik konusu, bir yandan literatürün diğer yandan da uygulamaların bir konusu olmaya başladı.

Kültürel çeşitlilik gibi değişime uğrayan kavram ve kurumlardan bir diğer ise ahlak… Burada da konunun bilimsel (teorik) ve günlük yaşama ilişkin boyutları var. Çoğu zaman “etik” sözcüğünü “ahlak” ile eşanlamlı olarak kullanıyoruz. Bir anlamıyla etik, töre bilimi demektir. Etik bilimi; kapsamında, topluma ait kurallar dizisini içeren bir bilim dalı olarak ele alınabilir. Etiğin bir başka anlamı ise, bir mesleği oluşturan kişi veya kuruluşların uymak zorunda oldukları davranış biçimleridir. Özü açısından; etik kavramı iyi ve doğru davranmayı, ahlaklı yaşamayı ifade eder.

Etik sorunu, çok eski yıllardan beri insan düşüncesinin konusu olmuş. İsimlerini hayal meyal hatırladığımız pek çok düşünür, bu konuda yazmış ve görüş belirtmiş. Etik, toplumların değişim ve dönüşüm süreçlerinde ilk akla gelen kavramlardan birisidir. Çünkü sosyal değişimin karmaşık görüntüsünün, toplum içinde her türlü ilişkinin temelindeki ahlaki davranış kalıplarını bozduğu ve yok ettiği düşünülür. Yine bu süreçlerde gelenek ve göreneklerde oluşan değişiklikler, bu tür düşüncelere güç ve yön verir.

Türkiye

Ülkemize baktığımızda, yukarıda söylendiği biçimde bir değişim ve dönüşüm yaşandığı gözleniyor. Bu süreci etkileyen birkaç faktör var. Türkiye, yerel olarak kültürleri bozacak biçimde karıştıran sosyal göçün etkilerini net olarak hissediyor. Genel olarak kırdan kente göç, hem kırın sosyal davranış kalıplarını değiştirirken, diğer yandan da kentlere uygun olmayan bir kentsel davranış modelinin gelişmesine vesile oluyor. Kır ahlakı ile kent ahlakı, bir araya gelerek anlamsız ve düzeysiz yeni bir sentez oluşturuyor.

İkinci önemli faktör ise küreselleşme olarak özetlenen genel olgunun, toplumu etkilemesi olarak ortaya çıkıyor. Toplum, hızla yaşam ve tüketim alışkanlıklarını değiştiriyor. Ekonomik yeterliliğe, gelecek güvencesine ve tasarrufa önem veren bir sosyal yapı, tüketim güdümlü olma yolunda dev adımlarla ilerliyor. Bunda da başta medyanın kolaylaştırıcılığı ile olmak üzere, küresel güçlerin Türkiye üzerinde artan etkilerinin önemi var. Aşırı tüketim yönelimini, sadece Türkiye’ye mal edemeyiz. Ulus ötesi şirketler, dünyadaki tüketimi sınırsız artırarak, bir yandan kârlarını korumayı hedeflerken, diğer yandan da yandaşı oldukları kapitalizmin ideolojik düşünce ve yönetim modelinin sürdürülebilirliğini kolaylaştırıyorlar.

Felsefeden Güncel Yaşama

Etik kavramı, daha çok felsefi bir boyut taşır. Günlük yaşama indiğimizde, günlük ahlakı ifade etmek üzere ahlaki değerler anlamına moral değerler kavramını kullanırız. İster etik ister moral diyelim, ahlaki değerler, bir kişisel davranış modeli oluşturacak biçimde önce ailede öğrenilir. Yukarıda anlattığım nedenlerle veya sadece bozulan gelir dağılımı nedeniyle, ailenin davranış kalıplarında da farklılıklar oluşacağına hiç kuşku yok. Özellikle medyanın kısıtsız biçimde kolay ve gösterişli yaşama özendirmesi ile önce ailelerde etik değerlerden uzaklaşarak kolay kazanma eğilimleri filizleniyor. Bu nedenle; genç insanlar, geleneksel dönemde olduğu gibi aileden doğru kültür edinmede zorlanıyorlar.

Günümüzde çekirdek ailenin yaygınlaştığı ve çocuklarla genç bireylerin, aile ortamında daha az zaman geçirdikleri düşünülürse, ailede alınan etik derslerinin sonu gelmiş gibi duruyor. Aile içinde geçen zamanın yerini, okul alıyor. Dolayısıyla bu durumda ahlaki davranışın okulda öğrenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Eğitim sistemimizin her seviyesinde sürüp giden bozulma, buna izin vermiyor. Okul da dâhil olmak üzere pek çok yaşam alanı, ahlakın öğrenildiği yer olmak yerine, ahlaksızlığın talim edildiği ortam haline dönüşüyor. Ahlaklı yaşam elimizden daha fazla kayıp gitmeden, bu soruna bir çağdaş çözüm buluruz.

Yaşamın Her Alanında Ahlak

Siyasetin ahlaksızlığından çokça söz ediyoruz. Rant kollama, bireysel çıkar arama ve onu bunu koruyup kollama güncel siyasetin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş. Ama ne yazık ki ahlaksızlık ve ahlak dışılık sadece siyaset alanına özgü değil. Artık yaşamın her alanında ahlaklılık ihtiyacını daha fazla ifade ediyoruz. Ahlak dışılığın canımıza tak dediğini adeta itiraf ediyoruz.

Çoğu zaman etik sözcüğünü ahlak ile eşanlamlı olarak kullanıyoruz. Ama sözcüğün başka anlamları da var. Örneğin bir anlamıyla etik, töre bilimi demektir. Etik bilimi kapsamında topluma ait kurallar dizisini içeren bir bilim dalı olarak ele alınabilir. Etiğin bir başka anlamı ise bir mesleği oluşturan kişi veya kuruluşların uymak zorunda oldukları davranış biçimleridir. Özetle; etik kavramı ile iyi ve doğru davranmayı ve ahlaklı yaşamayı ifade etmeye çalışırız.

Etik sorunu, çok eski yıllardan beri insan düşüncesinin konusu olmuştur. İsimlerini hayal meyal hatırladığımız ya da adlarını hiç bilmediğimiz pek çok düşünür, bu konuda yazmış ve görüş belirtmiştir. Etik üzerine ayırt edici çalışmaları olan pek çok düşünür vardır. Diğer yandan etik, toplumların değişim ve dönüşüm süreçlerinde ilk akla gelen kavramlardan birisidir. Çünkü sosyal değişimin karmaşık görüntüsünün, toplum içinde her türlü ilişkinin temelindeki ahlaki davranış kalıplarını bozduğu ve yok ettiği düşünülür. Yine bu süreçlerde gelenek ve göreneklerde oluşan değişiklikler bu tür düşüncelere güç ve yön verir.

Son yarım yüzyılın Türkiye’sine baktığımızda, yukarıda söylendiği biçimde bir değişim, daha doğrusu bir dönüşüm yaşandığı gözleniyor. Bu süreci etkileyen birkaç faktör var. Türkiye, yerel olarak kültürleri bozacak biçimde karıştıran sosyal göçün etkilerini net olarak hissediyor. Genel olarak kırdan kente göç, hem kırın sosyal davranış kalıplarını değiştirirken, diğer yandan da kentlere uygun olmayan bir kentsel davranış modelinin gelişmesine vesile oluyor. Kır ahlakı ile kent ahlakı, bir araya gelerek anlamsız ve düzeysiz yeni bir sentez oluşturuyor.

İkinci önemli faktör ise küreselleşme olarak özetlenen genel olgunun, toplumu etkilemesi olarak ortaya çıkıyor. Toplum, hızla yaşam ve tüketim alışkanlıklarını değiştiriyor. Ekonomik yeterliliğe, gelecek güvencesine ve tasarrufa önem veren bir sosyal yapı, tüketim güdümlü olma yolunda dev adımlarla ilerliyor. Bunda da başta medyanın kolaylaştırıcılığı ile olmak üzere, küresel güçlerin Türkiye üzerinde artan etkilerinin önemi var. Aşırı, akıl dışı ve sınırsız tüketim yönelimini, sadece Türkiye’ye mal edemeyiz. Ulus ötesi şirketler, dünya üzerindeki tüketimi sınırsız artırarak, bir yandan kârlarını korumayı hedeflerken, diğer yandan da yandaşı oldukları ideolojik düşünce ve yönetim modelinin (bir başka deyişle kapitalizmin) sürdürülebilirliğini kolaylaştırıyorlar.

Etik kavramı, daha çok felsefi bir boyut taşır. Günlük yaşama indiğimizde, günlük ahlakı ifade etmek üzere ahlaki değerler anlamına moral değerler kavramını kullanırız. İster etik ister moral diyelim, ahlaki değerler, bir kişisel davranış modeli oluşturacak biçimde önce ailede öğrenilir. Yukarıda anlattığım nedenlerle veya sadece bozulan gelir dağılımı nedeniyle, ailenin davranış kalıplarında da farklılıklar oluşacağına hiç kuşku yok. Özellikle medyanın fütursuz biçimde kolay ve şaşaalı yaşama özendirmesi ile önce ailelerde etik değerlerden uzaklaşarak ‘kolay kazanma’ eğilimleri filizleniyor. Bu nedenle; genç insanlar, geleneksel dönemde olduğu gibi aileden doğru kültür edinmede zorlanıyorlar. Günümüzde çekirdek ailenin yaygınlaştığı ve çocuklarla genç bireylerin, aile ortamında daha az zaman geçirdikleri düşünülürse, ailede alınan etik derslerinin –ister istemez– sonu gelmiş gibi duruyor.

Aile içinde geçen zamanın yerini okul alıyor. Dolayısıyla bu durumda ahlaki davranışın okulda öğrenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ama ne yazık ki, eğitim sistemimizin her seviyesinde sürüp giden bozulma, buna izin vermiyor. Okul, bazı durumlarda ahlakın öğrenildiği yer olmak yerine, ahlaksızlığın talim edildiği ortam haline dönüşüyor. Özellikle ilk ve orta seviyeli öğrenimde bu durumu netlikle gözlemeye başladık.

Bu durumda karşımıza iki seçenek çıkıyor. Bunlardan birincisi, yüksek öğrenim düzeyinde içeriği ve ağırlığı saptırılmaksızın zorunlu meslek etiği derslerinin konmasıdır. Bu derslerin öğretmenlerinin seçiminde de çok hassas davranılması gerektiğine hiç kuşku yoktur. Sadece ‘ders ücreti vermek’ için veya ‘ders boş geçmesin’ diye ya da dini manipülasyon adına yapılacak öğretmen atamalarının, işi yozlaştırmaktan başka bir anlamı olmayacaktır. İkinci olarak; sivil toplum kuruluşlarının (STK’ların), yaşam etiği konularına önem ve ağırlık vermeleri gerektiği kanısındayım. STK’ların bu konuda yapacakları yaygın eğitim çalışmaları, hiç kuşkusuz kötü gidişe biraz olsun dur diyebilecektir. Bu arada danışmanlık ve eğitim hizmeti veren işletmeler için yaşam okulu türünde projeler içinde etik eğitimi de yer alabilir. Ahlaklı yaşam elimizden daha fazla kayıp gitmeden soruna bir çözüm bulmayı ümit ederim.

Dünyada sınırları aşmaya çalışan yönelimler var. Ne yazık ki, bu yönelimlerin bazıları aşırı bir hal alıp ahlakın sınırlarını da aşıyor. Bu had bilmezlik sorunu konusunda ah çekip şikâyet etmekten fazlasını yapmamız gerekiyor.

Çalışma Ahlakı ve Bilgi

Yaşadığımız kentin iş dünyası çerçevesinde yapılan çalışmalarda karşılaşılan sorunlardan bazıları yoğunluk gösteriyor. Bunlar arasında sıklıkla şikâyete konu olanlardan birisi çalışma ve iş ahlakı… Bazı konuları üzerinde fazla düşünmeden ön kabullerimizle ilerliyoruz. Farklı alanlarda farklı standartlar uyguladığımızın farkında bile olmuyoruz. Ahlak konusu da yaşamın değişik alanlarında farklı uyguladığımız olgulardan bir tanesidir.

Geleneksel yaşam değerlerimiz açısından bireye baktığımızda; örneğin kanun karşısında yoksul veya zengini birbirinden ayırt etmeyiz. Sosyal ilişkilerimizde cinsiyetin de ayırım noktası olmaması gerektiğini ifade ederiz. Örneğin insanların etnik, kültürel kimliklerinin sosyal yaşamımızda eşitlik ve hakkaniyet ölçüsüne göre yer almasını savunuruz. Ama konu, işle ilgili alanlara gelince durum aynı mıdır? Ayırım göz etmeyen bakış açımızı, iş alanlarında da aynı biçimde uyguluyor muyuz? Muhtemelen hayır.

Kültürel ve sosyal ilişkilerimizde hakkaniyet ölçülerine dikkat ederken; konu, iş yapmaya, para kazanmaya gelince, birden kuralların kurtlar sofrası kuralları olduğu fikrine döneriz. Diyelim ki; büyük bir kuruluşta yönetici olarak çalışıyoruz. Eğer bir başka şirkette çalışan bir tanış ve yakınımız işten çıkarılırsa, onun yöneticisinin haksız bir davranış içinde olduğunu düşünür, yakınımızı korumayı, en azından haksızlığa uğradığını düşünmeyi deneriz. Ama kendi alt kadromuzda çalışan bir personel hakkında olumsuz sicil vermekte ya da işten çıkarmakta aynı hakkaniyet ölçüsünü göstermez, muhtemelen tereddütsüz zorbaca davranırız.

Özetle; dinin, sosyal ahlak kurallarının geçerli kıldığı anlayış, iş konularında çoğu zaman geçerli olmaz. Adaletsiz davranmak, adeta işin kaçınılmaz ilkelerinden birisi olarak benimsenir. Kişisel ahlak anlayışımızla iş ahlakı yaklaşımımızın birbiri ile paralel olması gereğini ya gözden kaçırır ya da aklımıza getirmek istemeyiz.

Çıkarlar ve Beklentiler

Bugün kabul gören iş ahlakı anlayışı, kuralları işine geldiği gibi anlayıp çıkar ve beklentilerine uygun olarak yorumlamaktır. Bu davranış modelinin arkasına da dayanak olarak örneğin ticari akıl gerekçesi konur. Adeta sosyal ilişkilerimizde duygusal, iş ilişkilerimizde akıllı olmamız gereği önerilir.

Dinsel açıdan bakalım. İş alanları dışında dinsel olarak makbul bir birey olmak için özel bir özen gösterilir; dinin gerekleri eksiksiz yerine getirilmeye çalışılır. Ama konu örneğin ticarete gelince; adeta dini kurallar gevşer ve farklı ticaret kuralları işlemeye başlar. Din adına yapılan iyilik, iş alanında uygulanan iyilik ile bazı zamanlarda paralellik göstermez.

Bu anlattıklarımın, sadece hatırlatıcı örnekler olarak kabul edilmesini dilerim. İş alanında görev almış tüm bireylerin bu olumsuzlukları yansıttığını iddia edemem. Ama günlük yaşam ile iş ortamı arasında ahlak kabul ve uygulamaları açısından farklar olduğu da açıkça ortadadır.

İş yaptığımız insanlarla olan ilişkilerimizde ister alıcı ister satıcı olalım, hiç kuşkusuz birbirimizin müşterisiyiz. Mal, hizmet, fikir alıyor veya veriyoruz. Bu ilişkilerde iş ahlakı kuralı, bilerek ve isteyerek zarar vermemek olmalıdır. Bazı iş alanlarında bir satıcı olarak müşterinize iyilik sözü veremeyebilirsiniz. Örneğin bir sanığı yasalar önünde koruyan bir avukat veya bir hastayı tedavi etmeye çalışan bir tıp insanı iseniz, yapacağınız çalışma sonunda kesinkes iyilik oluşmayabilir. Ama müşteriniz, sizin ona isteyerek ve bilerek zarar vermeyeceğinizin güvencesini almış olmalıdır.

Toptan alıyor perakende satıyorsanız ve sattığınız bir mal ayıplı çıktı ise, müşterinizin hukukunu sanki müşteri siz imişsiniz gibi koruyabilmelisiniz. Böyle yaptığınızda yaşamınızda uyguladığınız ahlak anlayışı iş ahlakınızla çakışacaktır. Ahlak dediğimiz her ne ise, o da bu çakışmayı ve yaşamsal bütünlüğü gerektirir.

Bilgi İhtiyacı

Günümüzde eğitim, süreklilik gösteren bir unsuru oldu yaşamın. Sınaî ve ticari işler, işgücünün her an daha nitelikli hale gelmesini zorunlu kılıyor. Bu nedenle insanların eğitimini, okul sonrasında da sürdürmesi bir zorunluluk haline dönüştü. Okul sonrası eğitim, bir olmazsa olmaz durumuna geldi.

Küreselleşmenin etkisiyle, örneğin şirketler ve kurumlar sınırlar ötesinde büyüdüler. Çoğu çok uluslu olan şirketlerin birden fazla ve değişik uzaklıklarda şubeleri, bölümleri var. Bu nedenle farklı bölgelerdeki şirket personelinin benzer eğitimleri alması gibi yeni bir sorun oluştu. Bu nedenle bilişim ve iletişim araçlarından eğitim amaçlı olarak daha fazla yararlanılması gerekiyor.

20’nci yüzyılın ilk yarısına kadar öğrenciliğin bir yaşı vardı. Yaklaşık olarak 20-23 yaş dolayında insanlar eğitim - öğretim ihtiyaçlarını karşılamış ve kendilerince yaşama hazırlanmış oluyorlardı. Günümüz dünyasına baktığımızda; eğitim ihtiyacının insanlar 40’lı yaşlara gelseler bile sürdüğünü görüyoruz. Neredeyse yaşamın tamamı bir eğitim süreci haline dönüştü.

Sadece bilgi ihtiyacı değişmiyor; bu ihtiyacın karşılanmasında da farklılıklar oluştu. Eskiye oranla hayli farklı eğitim – öğretim teknikleri kullanılıyor. Bu dönemde çalışma koşulları giderek esnekleşiyor. Esnek üretim sistemlerine geçiş bu değişimin ifadelerinden bir tanesi. Özellikle fikir işçilerinin çalışma koşullarındaki esneklik dikkati çekiyor. Bu değişim nedeniyle fikir işçilerinin bilgi ihtiyaçlarının karşılanmasının da esnek modellerle yapılması isteniyor. Uzaktan öğretim, İnternet ortamında öğretim gibi yeni dallar, bu nedenle daha fazla ilgi görüyor.

Eğer bilgiye ulaşamıyorsanız, onu yok sayabilirsiniz. Bu dönemde bilgiye erişim yollarında da işleri kolaylaştıran bir değişim gözleniyor. Çünkü okuyucular, araştırmacılar, fikir işçileri, ihtiyaç duydukları bilgiye daha hızlı, daha kolay erişmeyi talep ediyorlar. Çünkü insan kaynaklarının, zamanın ve finansın verimli kullanılması bugünün önemli yönelimlerinin başında geliyor.

Günümüzde gerek iş dünyasında gerekse sosyal yaşamda okullarda alınan bilgi yeterli olmuyor. Okul dışı yaşamın tamamında eğitimi vazgeçilmez bir unsur haline getirmek lazım. Özellikle çalışanların kendilerini iş ve meslek açısından geliştirmelerine imkân verecek yeni açılım ve mekanizmalara gerek var.

Gürcan Banger

Comments


Post: Blog2_Post

Subscribe Form

Thanks for submitting!

©2020, Eskişehir tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page