Sadelik, Yalınlık, Mekân ve Kent
- Gürcan Banger
- 16 Mar 2020
- 9 dakikada okunur
(Mart 2016'da Bakış Dergisi'nde yayınlanmıştır)

Kentsel çevrenize şöyle bir baktığınızda; ne denli yoğun etkileme kampanyaları ve bunların yarattığı her türden gürültü ile kuşatılmış olduğunuzu fark edeceksiniz. Adeta günlük faaliyetlerimiz, bizim dışımızda oluşmuş bu gürültülü saldırılara göre oluşuyor. Ne giymemiz, ne yememiz, ne içmemiz, nasıl eğleneceğimiz, parayı nereden bulacağımız veya nasıl mutlu ve özgür olacağımızı bize belletmeye çalışan bir kuşatma altındayız.
Sanki son çeyrek yüzyılda mutluluk ve özgürlüğün tanımları değişmiş gibi. Her iki tanım da daha fazla tüketime endekslenmiş sanki. Ne tüketeceğimizi seçerek özgür ve daha fazla tüketerek mutlu olmaya çalışıyoruz. “1980’li yıllardan önce de tüketim anlayışı, tatmin ve mutluluk üzerine kurgulanmamış mıydı?” şeklinde sorular muhtemeldir. Son çeyrek yüzyılla daha öncesi arasında ciddi bir fark var. 1980 öncesi dönemde dünya ekonomisi, –gerçek veya sahte– ihtiyaçları karşılamak üzere mal ve hizmetleri üretiyor ve yeniden üretiyordu. Son çeyrek yüzyılda ise kütlesel üretimin yanında yeni ihtiyaç üretimi felsefesi eklendi. Dünya ekonomisi artık sadece ticari emtiayı değil, aynı zamanda ihtiyaçları da üretiyor ve yeniden üretiyor. Böylece sınırsız tüketimin önündeki engeller kalkmış oluyor. Tüketmek için daima yeni, yepyeni mal ve hizmetler var.
Eğer ekonomi öncelikle sınırsız tüketim üzerine kurgulanırsa, üreticiler ve satıcılar açısından çözülmesi gereken birkaç sorun var demektir. Birincisi; insanların daha fazla tüketmeye ikna edilmesi ve yönlendirilmesi. İkincisi ise yoğun üretimi destekleyecek olan aşırı tüketimin oluşmasını sağlayacak araç ve mekanizmaların oluşturulması… Artık başta TV kanalları ve İnternet olmak üzere üreticilerin ve satıcıların çok sayıda tanıtım, reklâm ve propaganda araçları var. Bir kitapçı dükkânını gezerseniz, raflarda iletişim, pazarlama, satışçılık ve reklâmla ilgili çok fazla sayıda kitabın bulunduğunu göreceksiniz. Tüketimi destekleyecek mekanizmalar, hem donanım hem de yol-yordam ve felsefe olarak çok büyük hızla gelişiyor.
Diğer yandan ticaretin içerik yanında biçim olarak da değiştiğini gözlüyoruz. Küçük bakkal dükkânları, minik tekel bayileri, baba dostu terziler, semt fırınları, mahalle manavları büyük bir hızla tarihin tozlu sayfaları arasında yer almaya başladılar. İnşaat işlerindeki gelişme, hiç de bilişim ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemenin gerisinde kalmadı. Her doğan yeni günde yakın çevremizde yeni bir alışveriş merkezi veya kampanyalı – indirimli satış yapan bir outlet mağazası görmeye alıştık. Bu yapılar, tüketicilere sadece alışveriş yapma imkânı sunmuyor; yeme-içme, gezme ve eğlenme gibi başka ihtiyaçların karşılanması için de yeni bir yapay dünya takdim ediyor.
İktisatçı ve satışçılık uzmanı Victor Lebow, 1955 yılında “The Journal of Retailing” isimli perakendecilik dergisinde yazdığı bir yazıda şunları söylüyordu: “Üretken dev ekonomimiz, tüketimi bir yaşam biçimi haline getirmemizi bekliyor. Artık satın almayı ve tüketmeyi, dinsel ritüeller (ayinler) haline getirmeliyiz. Tatmini tüketimde aramalıyız. Tüketilecek, eskitilecek, yenilenecek ve çöpe atılacak şeylere ihtiyacımız var.” Öyle anlaşılıyor ki; günümüzde Lebow’un hayalleri peşpeşe gerçek oluyor. Dev AVM’ler de bu ritüeller için tapınak olma görevini yerine getiriyor. Öyle görünüyor ki; bu tüketim temposuyla gelirimiz ve (ihtiyaç olduğuna ikna edildiğimiz) ihtiyaçlarımız arasındaki uçurum her gün biraz daha fazla büyüyecek.
Sadelik ve yalınlık
Dünyada giderek yaygınlaşan ve gönüllü sadelik olarak isimlendirilen bir sivil hareket var. Tüketim bağımlılığının aşırı boyutlara varması üzerine özellikle Batıda sade yaşama yönelik sivil çalışmalar çoğaldı. Bu hareketler, bir yandan kapitalist üretim – tüketim çılgınlığını eleştirirken; diğer yandan da doğal yaşamın uzun soluklu olabilmesi için sürdürülebilir tüketim olarak isimlendirilen bir kavramı dillendirmeye çalışıyor.
Batıda yaşam sadeliği çok yeni bir kavram sayılmaz. Hıristiyanlar bunu İncil’de yer alan “Bana ne zenginlik ne de yoksulluk ver” sözü ile tasvir ediyorlar. Diğer yandan sade yaşamı, İslami yaşam tarzına uygun bulan kesimler de her zaman olagelmiştir. Bu bağlamda sufizmin ana ilkelerinden birisinin sade yaşam olduğunu da hatırlayabiliriz. Yaşam sadeliği, yeni bir kavram olmamakla birlikte giderek artan tüketim çılgınlığı ve insan yaşamının yok olan ortamları ile birlikte yepyeni boyutlar kazanıyor. Küresel ısınma, sağlıklı yaşlanma gibi konular yaşamsal sadeliği her geçen gün daha fazla gündeme taşıyor.
Yaşamsal sadelik, öncelikle insanın kendi yaşam yolunu bilinçli, hassasiyetle ve kendi isteklerine bağlı olarak seçmesi demek... Burada bir seçimden ve yoldan söz edildiğine göre; bundan odaklanarak, derinlemesine ve tüketici kültüründen etkilenmeden yaşam anlamını çıkarmak gerekir. Bunu elde etmek için de insanların yaşamlarını bilinçle düzenlemeleri ihtiyacı oluşuyor.
Tüketim bağımlılığının ikizi hiç kuşkusuz üretim çılgınlığıdır. Üretim ise doğayı değiştirmek anlamına gelir. Eğer yeraltındaki altını çıkarmak için zehirli ve tahrip gücü yüksek siyanürü kullanırsanız, o doğal çevreyi sürdürülebilir yaşam için imkânsız bir noktaya getirebilirsiniz. Dolayısıyla sadeliğe sadece tüketimin dünya ve yaşam kaynaklarını yok etmesi açısından bakmamak lazım. Sadeliğin altyapısı olarak sürdürülebilir üretim kavramını da dikkate almamız gerekir.
Sade yaşamın ilintilerinden birisi, doğal yaşam ortamlarının ve buralarda yaşayan canlıların varlıklarının devamının sağlanmasıdır. Bir başka deyişle; insan olarak faaliyetlerimizde diğer canlı türlerinin varlıklarını sürdürmelerine özen göstermek zorundayız. Bu anlayış, basit çevreci kavrayışın ötesine geçen, insanın yaşamının dışına taşarak tüm canlıların yaşamsal sürekliliğini değerli bulan bir yaklaşımdır.
İnsan, söylemini çevresine yazarak veya konuşarak iletebilir. Hâlbuki yaşamsal sadelik anlayışı, insanın fikriyatını ve yaşam modelini bizzat yaşayarak açıklaması üzerine yoğunlaşır. Örneğin ünlü barışsever ve düşünür Mahatma Gandhi, “Yaşamım mesajımdır” der. İnsanları özendiren yaşamlar, doğanın sürdürülebilirliği konusunda çok önemli katkılardır.
Sade yaşam, insanın doğal köklerinin farkında olması demektir. Bir anlamda tüketmekte aceleci olan insanın, gerçekte kendi varlığını tüketmekte olduğuna işaret edilmesidir. Yaşamsal sadelik, canlı yaşamına saygılı olmanın bir ifadesidir.
Yaşamsal sadelik, insanın yaşamını daraltması değildir. Çevresine karşı duyarsız, hareketsiz ve ilgisiz kalması anlamına da gelmez. Ama yaşamı bir koşuşturma haline getirerek, yaşamaktan almamız gereken lezzeti yitirdiğimizin de farkında olmalıyız. 1849’da yazdığı “Sivil İtaatsizlik” makalesi ile sivil toplum alanında bir çığır açmış olan Amerikalı yazar, düşünür ve çevreci Henry David Thoreau şöyle diyor: “Yaşamımız ayrıntılar yüzünden ziyan oluyor. Sadeleştirin, sadeleştirin.” Daha az atık ve daha az israf…
Sadelik de bir güzellik nedenidir
Genel görecelik kuramının yaratıcısı Albert Einstein (1879-1955), “Her şey olabildiğince basit olmalıdır. Ama daha fazla değil” der. Bazen apaçık ortada duran sade (basit ve yalın) gerçeği görmeyi ne kadar zorlaştırdığımızı fark ettiniz mi? Hâlbuki çoğu durumda yaşamı zorlaştırmaktan baka bir şey yapmıyoruz. Yaşamın sadeliğini ortaya çıkarmak, onun karmaşıklığı içinde boğulup kalmaktan çok daha fazla özenilmesi gereken bir insanlık hali. Kanımca yaşamın anlamını sadelikle örmüş olması onun değerini yüceltiyor.
Gerçekten karmaşık özelliklere sahip bir dünyada yaşıyoruz. İnsan olarak mevcut olanın tümünü bilmemiz mümkün olmayan karmaşık bir evrenin ortasındayız. En azından ilk bakışta bize öyle görünüyor. Ama bu göz kamaştırıcı ve kimi zaman yanıltıcı karmaşıklık içinde anlamlı, değerli ve en önemlisi sade bir yaşayabileceğimiz konusunu dışarıda bırakmaz. Sadelik güzeldir.
İçine iteklendiğimiz tüketim kültürü, anlamlı bir sade yaşamın değerini görmemizi engelliyor. Yaşamı derinlemesine bir sadelik içine yaşamak yerine onu karmaşıklığını daha da karışık hale getirerek mutlu olmaya çalışıyoruz. Karmaşıklık adına yapılan güncel boğuşmalar, sade bir yaşamın lezzetini yok etmede etkili oluyor.
Değerli yaşamınızı anlamlı bir biçimde yaşamak için kendiniz için yaşamın basit kurallarını üretebilirsiniz. Kişiler arasında bazı farklılıklar gösterebilen kurallar, adı üzerinde basit, ama yaşama anlam katma gücüne sahiptir. Kendi basit kurallarınızın zamanla bilgelik düsturuna dönüştüğünü şaşırarak görebilirsiniz.
Sade ama anlamlı bir yaşam için ne türden kurallarımız olabilir? Her insan farklıdır ve özeldir ama mevcut veya geçmiş yaşamları incelediğimizde bazı kurallar üretmemize olanak tanıyan ipuçları yakalayabiliriz. Örneğin sadelik ve mutlu bir yaşam için iyi niyet ve iyi tavır önemli. Her koşula altında, odağında iyi tavır olan bir yaklaşım, mutlu yaşamın sade kurallarının ilki olabilir.
İlişkiler ağı
Yaşam bir ilişkiler ağıdır. Böyle yoğun bir ağda var olmanın, sade ve mutlu devam etmenin ilkelerinden birisi saygıdır. Yaşamında saygıyı temel olarak kabul eden insanlar, var olmanın anlamını ve değerini yaşamaya daha yakın olacaklardır. Saygı ve buna bağlı nezaket, uzak ve yakın çevremizdeki insanlardan kendimize kadar uzanabilmelidir. Saygıyı kendine rehber edinmiş kişi, çevresi kadar kendi bedenine ve duygu dünyasına da saygılıdır.
İnsanı en fazla rahatsız eden unsurların başında ikili durumlar gelir. Örneğin işinizde ve evinizde iki farklı karakter olmak ne denli zordur… Birisi yalan, diğeri gerçek iki farklı dünyada yaşamak ne denli yıpratıcıdır! İkiliğin yarattığı yıpratıcı durumdan kurtulmanın yolu, olabilen tüm şartlarda dürüst olmayı denemektir. Eğer yapabiliyorsanız, her durumda doğruluğu kendine ilke edinmenin zihinsel ve duygusal olarak nasıl da rahatlatıcı ve kolaylaştırıcı olduğunu göreceksiniz.
Hepimizin yaşamında roller ve statüler var. Bazen sahip olduğumuz karakteri yaşamakta zorlanıyoruz. Geçmişten gelen prangalarımız nedeniyle istediğimiz rol ve statülere sahip olamıyoruz. Ama ikili durumlardan kurtulmanın rahatlatıcı ve kolaylaştırıcı bir rol oynadığını da inkâr edemeyiz.
Yaşam lezzettir. Bu tat olgusu, karşımıza farklı biçimlerde çıkar. Kimi zaman yaşamdan zevk alırız, bazen heyecanlanırız, kimi zaman dinginliğin farkına varmak bizi mutlu eder. Ama yaşamın bu özelliklerini görmek için onu karmaşıklık yaratan unsurlarından kurtarmak lazım. Sade yaşam güzeldir.
İyi niyet ve iyi tavır
İlk yaşam kuralı; iyi niyet ve iyi tavır olmalı. Bu durumu bir aynaya benzetebilirsiniz. Ona iyi niyet ve iyi tavırla yaklaştığınızda, o da size aynı şekilde yaklaşacaktır. Yaşamımızdaki bazı olumsuz deneyimleri abartarak iyiliğin bayrağını yere indiremeyiz.
Kişisel gelişimi esas alan pek çok yazımda ve neredeyse her konuşmamda iyi bir yaşamın kuralları arasında saygı, hoşgörü ve empatiyi sayıyorum. İnsan başkaları ile olan ilişkilerini saygı temeli üzerine inşa etmelidir. Hatta sadece insanlara karşı saygılı olmak yetmez; saygı konusunda tüm canlı yaşamına ve bir yaşam alanı olarak dünyaya da saygılı olabilmeyi bilmek zorundayız.
İnsan, elinden geldiğince kendi olmalıdır. Kişinin doğruluğu kendisi için bir yön tabelası yapması zihin ve duygu dünyasına rahatlık ve kolaylık veren bir niteliktir.
Yaşamın zorlukları
Yaşamda doğal biçimde güçlükler, zorluklar ve engeller vardır. Genelde zorluklar ve kolaylıkların insanlar arasında eşdeğer olarak dağıldığına inanmamız gerekir. Bu nedenle kişinin kendisini dünyanın en bahtsız insanı ilan edip kahretmesi kabul edilebilir değildir. Her türlü zorluk ve engel ortadan kaldırılabilir. Önemli olan, gelecek beklentilerimize uygun olan konularda azimli, gayretli ve sabırlı olabilmektir. Maymun iştahlılıktan kendini uzak tutup hedefine kilitlenen insan, kendi basit yaşam kurallarını oluştururken sonuçlar açısından verimli bir yola da çıkmış olacaktır.
öğrenme tutkusunu hiç kaybetmeyi değerli bulurum. Küresel Çağ’da hızla miktar ve çeşitlilik olarak artan bilgi beni de korkutmuyor değil. Kendi kütüphanemde, bir kitapçıda, bir belgesel film izlerken veya Internet ortamında araştırma yaparken bilginin her anlamdaki büyüklüğü karşısında ben de ürküyorum. Hiç kuşkusuz; hiçbir zaman bilginin bu hızlı temposuna erişemeyeceğim. Yarışı onun kazanacağı daha baştan belli. Örneklemek gerekirse; Kuzey Yıldızı’na erişmesinin mümkün olmadığını biliyorum. Bilgi sonsuzdur; öğrenmenin hızı, hiçbir zaman bilginin hızına ulaşmayacaktır. Ama dağın zirvesine ulaşmaya çalışan dağcılar gibi öğrenme tutkumuzu sonsuz yapabilmeliyiz. Sürekli öğrenme, yaşamı doğru bilgiye erişenler için basitleştirici bir faaliyettir.
Yaşam sevinci
1980 sonrasının zor yıllarında bir tanışım, annesinin dua ederken “Allah’ım, bana yaşam sevinci ver” dediğini söylemişti. Bu küçük anekdot, beynime çakılıp kalan örneklerden birisidir. Başımızdan çok üzücü olaylar geçmiş olabilir; ama her durumda yaşamdan tat alabilmeyi başarmak zorundayız. İnsan, beden ve zihin – duygu dünyası olarak yaşamın lezzetini duyabilmelidir. Bunun kurallarının başından onun her anlamda sadeliğini görebilmesi gelir.
Yaşamınızı sadeleştirmeyi deneyin. Karmaşıklığın her unsurunu yaşamınızdan söküp attığınızda, mutluluğa birkaç adım daha yaklaştığınızı hissedeceksiniz. Sadeliğin el verdiği mutluluk, bahar başında açan çiçeklerin çıtırtıları gibi heyecan vererek gelir. Sadelik, kendi başına bir nitelik olmasının yanında aynı zamanda bir güzellik kaynağıdır.
Mekân ve algı
İçinde bulunduğumuz ruhsal durum dünyaya ilişkin algılarımızı etkiliyor. Örneğin beden sağlığımızın sorunlu olduğu bir dönemde ziyaret ettiğimiz bir kentin zihnimizdeki profili olumlu olmayacaktır. Aynı şekilde kişileri tanıdığımız ortam ve durumlar da onlara ilişkin algılarımızın, olağan bir durumdakinden farklı oluşmasını sağlıyor.
Rahatsız bir yatakta yatıyorsanız, iyi bir gece geçirmeniz mümkün olmayabilir. Rahatsızlık veren bir koltuğa oturmuşken derinleştiren bir çalışma yapamayabilirsiniz. Kötü yaşam koşullarına sahip mekânda iyi bir çalışmanın şartları oluşmayabilir. İşin özeti; dünyayı algılarken içinde bulunduğumuz beden ve zihin sağlığı durumu önemli. Bu durumun oluşmasında da dış şartların, örneğin mekânın ciddi katkıları oluyor.
Yaşanan mekânın özelliklerinin, insanı zihinsel ve duygusal yönlerden etkilediğine siz de katılırsınız. İyi diyebileceğimiz niteliklere sahip bir mekân, kişinin verimliliğini de ciddi biçimde etkiliyor olmalı. Yaratıcı bireylerin katı kuralları olan düzenlilikten hoşlanmadıkları kimi zaman söylenir. Ama düzensiz ve kuralsız bir yaşama ve çalışma ortamının da yaratıcılığa olumlu katkıları olduğunu iddia etmek safdillik olur.
Yaratıcı düşüncelerin üretilebileceği bir mekânın, ön koşulunun o mekânın olumlu düşüncelere üretmeye, olumlu bir ruh ve akıl ortamı yaratmaya uygun olması gerektiğini kanaatindeyim. Bu nedenle insanın mekânla ilişkilerine, öncelikle olumlulukla yaklaşarak bakmalı. İyi düzenlenmiş ve doğru seçilmiş bir mekân, olumlu düşünce ve duygular üretebilmeye uygun olmalı. Belli bir asgari düzeni sağlanmamış, iç uyumluluğu olmayan ve insan ölçülerinin dışında bir mekânda; insanın düşünsel ve duygusal olarak olumluluğu yakalaması mümkün olmayabilir.
Yaratıcı ve yenilikçi fikirlerin üretileceği bir mekânla orayı değerlendiren insan arasında bir sevgi ortaklığı olmalı. Fikir üretimi için kullanılacak bir ortamı, keyifli bir mekân haline getirmeli. İnsan, o mekânda bulunduğunda kendini iyi hissetmeli. Bunu söylerken, iyi sözcüğünü seçerek ve özen göstererek kullanıyorum. Eğer iyi olmayı huzur, rahatlık ve gevşeme olarak algılarsak, fikir üreteceğimiz bir mekân yerine kendimizi zihinsel olarak çözülmeye ve uyku haline yönlendirecek bir ortama sokmuş olabiliriz. Bulunduğu mekândan keyif alan bir kişi, muhtemelen yaptığı işten de keyif alacaktır. Böylece daha yüksek verimlilik ve yaratıcılıkta fikir ve iş üretmek mümkün olacaktır.
Çalışma yaşamının sıklıkla unutulan ama en önemli ilkelerinden birisi, can sıkıcılığa ve bıktırıcılığa yer verilmemesidir. Can sıkıcılık ve monotonluk, verimi ve yaratıyı yok eden unsurların başında gelir. Bu olumsuz duyguların üretilmesinde, hiç kuşkusuz yaşanan mekânın özel bir önemi var. Zihinsel ve duygusal bir üretim yapılacak ortamın ne kral dairesi ne de yerin yedi kat altında bir zindan olmaması gerekli.
Pek çoğumuzda düzensiz bir odada ve karmakarışık bir masada çalışmak alışkanlık haline gelmiştir. Hatta düzensizliğin, kendimizin üstün ve ayırt eden bir özelliği olduğunu iddia edenlerimiz dahi vardır. Bir başkasının odamızı, masamızı veya dolabımızı düzenlemesine tahammül bile edemeyiz. O karışıklıkta kolayca bulduğumuzu sandığımız şeyleri, düzenleme sonrasında bulmayacağımızı düşünürüz. Bence karışıklığın bu fantezisine itibar etmek, o karışıklık nedeniyle neler kaybettiğimizin fakında olmamak demektir.
Mekânın insana olan yansılarını, yaşamın tamamında da görmek mümkündür. Sıkıcı, boğucu bir ortamda yaşamda tat almak zorlaşır. Bizi canlı tutan en önemli insani özelliklerimizden birisi olan çevremizi ve yaşamımızı anlamlandırmak zorlaşır. Eğer yaşamdan tat alamıyor ve dünyamızı anlamlandıramıyorsak, bu durumda yaşamımızı boşa harcıyoruz demektir. O yaşam ki, belki de yitirinceye kadar bize, kendimize ait olan varlığımız. Nitelikleri olan bir yaşam ve çalışma alanı, yaşamın kendisine ait anlamlandırmalarımıza renk, lezzet ve çeşitlilik katar. Sözün özü; dünyayı nasıl algıladığımızda; içinde bulunduğumuz mekânın bilinen veya fark edilmeyen etkileri var. Mekân önemli…
Gürcan Banger
Comments