top of page

Şekilsizleşen Kentler ve Eskişehir

  • Yazarın fotoğrafı: Gürcan Banger
    Gürcan Banger
  • 15 Mar 2020
  • 12 dakikada okunur

(Nisan 2015'te Bakış Dergisi'nde yayınlanmıştır)

Küreselleşme; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik açılardan Dünya ölçeğinde bütünleşme ve dayanışmanın artması olarak tanımlanıyor. Ekonomik ve sosyal yaşamın farklı yönleri üzerinde değişik etkileri var.

Küreselleşme kavramı ile öncelikle her an daha fazla bilginin üretimi kastediliyor. Diğer yandan bilginin gelişen medya organları ve İnternet de dâhil olmak üzere bilişim ve iletişim araçları ile daha hızlı yayılımı ifade ediliyor. Küreselleşmenin bir diğer önemli boyutu ise farklı ülkeler arasında ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması ve bu uluslararası bağımlılık ilişkisi ile adeta yeni bir dünya ekonomisi yaratılmasını anlatıyor. Adeta ulusal sınırlardan vareste bir bütünleşik dünya pazarından söz ediliyor. 20’nci yüzyılın son çeyreğinden başlayarak uluslararası ekonomik ilişkilerin ve dış ticaretin önemindeki artışın birincil nedenlerinden birisi budur.

Küreselleşme, bir yandan bilginin dünya üzerindeki yayılımını hızlandırıyor. Diğer yandan bu süreci daha etkin ve verimli kullanan ülkelerin kültürlerinin daha iyi bilinir ve kolay benimsenir hale gelmesini de sağlıyor. Böylece hızla gelişen bir kültür aynılaşması süreci yaşanıyor. Yerel ve özgün kültür öğeleri, yaygınlaşan küresel kültürün etkisiyle asimile olmaya başladı. Kentler; giderek küresel fast-food dükkânları, başta İngilizce olmak üzere yabancı dilde reklâm tabelaları ve birbirine benzer giyim-kuşam örnekleri ve kozmetik aksesuarlar taşıyan figürlerle dolmaya başladı.

Küreselleşmeden küreselleşmenin unsurlarını etkin ve verimli kullanarak olumlu etkilenen ülkeler olduğu gibi; bu süreçten olumsuz etkilenenler de var. Küreselleşmenin etkileri, ele alınan ülkenin ekonomik ve sosyal yönden gelişmişliği ile çok yakından ilgili. Ama gözden kaçmaması gereken bir önemli nokta daha var. Eğer söz konusu ülkede ekonomik, sosyal veya kültürel iç dinamikler, küreselleşmenin etkilerini özümseyip değerlendirebilecek olgunluk ve güce sahip iseler, bu süreçten etkilenme biçimi de olumlu ve yararlı oluyor.

Zayıf iç dinamiklere sahip ülkeler ise küreselleşmenin baskısı altında eziliyor; güç ve kimlik kaybına uğruyorlar. Özetle; iç ve dış dinamikler arasındaki etkileşme ve denge durumu, küreselleşmenin etkilerinin ne yönde oluşacağını ciddi anlamda belirliyor. Aynı tezi, küreselleşme ile birlikte ön plana çıkmaya başlayan kentsel yerleşimler için de söyleyebiliriz. Küreselleşmenin doğrudan veya dolaylı etkileri, bazı kentlerde kaldıraç görevi yaparken, kimilerinin içini boşaltıp ölmeye terk ediyor.

Gerçekten küreselleşme sürecini dikkatle incelediğimizde; 1970’li yıllardan başlayarak kentlerin görünürlük açısından ülkelerin önüne geçmeye başladığını fark ediyoruz. Son yıllarda ulusal ekonomiler bir anlamda gölgede kalmaya başlarken, kent ekonomileri daha fazla seçilir ve ayırt edilir hale gelmeye başladı. Kent turizmi gibi kentin tamamını bir ürün ve hizmet karması olarak pazarlamayı hedefleyen yaklaşımların, son yıllarda popüler olmasının arkasındaki neden de budur. Zihninizi yokladığınızda; pek çok ünlü kenti en azından ismen bildiğinizi, fakat bu kentin hangi ülkede olduğunu hatırlamayabildiğinizi fark edeceksiniz. Özetle; kentler, küresel ekonomik ve sosyal yaşamın derhal fark edilen uç noktaları olmaya başladı.

Küreselleşmenin sonuçlarından birisi, kentlerin başta ekonomik olmak üzere mekânsal, sosyal ve kültürel yönlerden ön plana çıkmalarıdır. Bu gerçek, yeni bir mücadele biçimini de gündeme getirdi. Söz konusu mücadele, dünyada ve ilgili bölgede oluşan pastadan daha fazla pay almayı hedefleyen rekabetçi yarıştır. Bu nedenle yerel aktörler, merkezî hükümetlerden daha fazla kaynak elde etme yarışı yanında kendi bölgelerine yatırım çekme konusunda da ciddi bir koşuşturma içindeler. Bu konuda büyük sermaye topluluklarına önemli ikramlarda bulunuluyor ve ciddi ödünler veriliyor.

Türkiye’nin Kentleri

Türkiye’deki küreselleşme – kent ilişkisini incelediğimizde; kentlerimizde yaşanan değişimin, iç dinamiklerin zayıflığı nedeniyle dış faktörlerin etkisinde kaldığını gözlüyoruz. Küreselleşmenin etkileri, öncelikle büyük kentlerimizde görülüyor. Fakat ne yazık ki, sermaye birikimi ve girişimcilik yetkinliği gibi konulardaki iç dinamiklerin eksikliği ve zafiyeti, bu etkilenmenin tehlikeli bir süreç şeklinde geliştiğine işaret ediyor. Özetle; küresel çağda kentler ön plana çıkarken, bizim kentlerimizin bu süreçten etkilenmesi genelde olumsuz yönde oluyor. Bir başka deyişle; kentlerimiz, bir yandan küreselleşmenin tehditlerini göğüsleyemezken, diğer yandan da küresel faktörleri, değer yaratan mekanizmalar haline dönüştürmekte zayıf ve eksikli kalıyor.

Son yıllarda kentlerde yaşanan en önemli değişikliklerden birisi, yerel hizmetlerin giderek kamu hizmeti özelliğini kaybediyor olmasıdır. Mesele, çoğu zaman sunulduğu gibi belediyelerin yerel hizmetleri taşeronlar aracılığı ile daha az maliyetli sunmaya çalışmaları değildir. Yerel hizmet anlayışının yerini, hızla piyasa hizmeti anlayışının almaya başladığını yaşadığımız kentlerde de gözlüyoruz. Vatandaşa hizmet sunulmasında; kamu yararı ve sosyal hedefler anlayışının yerini kazanç elde etme ve kâr yapma yaklaşımının aldığına dair kuşkumuz kalmadı. Hizmetler satışa sunularak ticari hale getirilirken, 1980 sonrasında esen neo-liberal rüzgârların etkisiyle kentli yurttaş kavramının yerini de kaba bir tarz-ı siyasetle müşteri yaklaşımı almaya başladı.

Bugünkü ekonomik düzen, her şeyi alınır – satılır meta haline dönüştürüyor. Kentlerin plansız büyümesinin de bir sonucu olarak ortaya çıkan otopark sıkıntısından güvenliğe kadar tüm sorunlar ticarî bir anlayışa bağlanarak çözülmeye çalışıyor.

Belediyelerin daha az maliyetli hizmet üretmeleri amacıyla yerel hizmetleri aracılara yaptırmaları ile bu hizmetleri satarak gelir ve kâr elde etmeleri anlayışları birbirinden çok farklıdır. Yerel hizmet alanı, kâr elde etme alanı değildir. Zayıf ve ağır aksak yürüyen ulusal ekonomilere müdahale eden küresel güç odakları, yerel yönetimlerin de bir satıcı – müşteri ilişkisi içinde olmalarını yeğlemekte ve adeta bunu dayatmaktadırlar. Dolayısıyla yerel hizmetlerin taşeronlaşması, küreselleşmenin kent üzerindeki etkilerinden bir diğeri olarak algılanmalıdır.

Kırlar ve Kentler

20’nci yüzyılın son çeyreği, üretime ilişkin teknolojik sorunların aşıldığı ve üretimin genel anlamda darboğaz yaratan bir problem olmaktan çıktığı bir dönemdir. Günümüzde üretim sorunlarının yerini, pazarlama ve satışta yaşanan rekabet sorunları aldı. Bugün işletmeler bir mal veya hizmeti üretmekten daha çok, onu satabilmek ve rekabetçi piyasalarda ayakta kalabilmek çabası içindeler. Mal ve hizmetin kolaylıkla üretilebildiği bu dünyada bilişim, iletişim ve lojistikteki gelişmeler sayesinde müşteri açısından ürüne, fiyat ve tedarik bilgisine ulaşmak da kolaylaştı.

Kırlar, tarımsal üretimin alanlarıdır. Kentler ise tarihte sınaî üretimde öne geçişleri ile ayırt edilmişlerdir. Fakat yukarıda sözünü ettiğim mal ve hizmet üretimindeki patlama, kentleri tüketim mekânları haline dönüştürdü. Bu süreçte kentlerin üretim merkezleri olmaktan daha çok, (alışveriş merkezleri gibi örnekler ile) tüketim alanları haline dönüştüğünü gözlüyoruz. Ekonomileri ve sosyal yapılanmaları güçlü olan kentler, küreselleşmenin kenti sanal bir tüketim dünyası haline dönüştürmesini engellerken; iç dinamikleri gelişmemiş, zayıf yapılı kentler bu rüzgârlara direnmekte zorlanmaktadır.

Küreselleşmenin en sevimsiz görünümlerinden birisi; kentleri aynı mekânsal görünüm, aynı yapım malzemesi ve aynı kültürel doku ile doldurmasıdır. Herhangi bir kentin merkezine gittiğinizde; çevrenizi saran küresel markaların veya her yöndeki aynı görünüme sahip mağazaların etkisiyle hangi kentte olduğunuzu bile şaşırabiliyorsunuz. Sonuçta, bir kenti diğerlerinden ayıran en önemli özellikler yok oluyor ve bir kentsel kimliksizleşme başlıyor.

Vatandaşların yaşadıkları çevreye yabancılaştıkları, kimliksiz bir kentte mutlu olabileceklerini düşünmek bir hayalden fazla bir şey değildir. Özetle; eğer bir kent yöneticisi için başarı söz konusu olacaksa; marifet, bir kenti diğerleri ile aynılaştırmakta değil, aksine o kentin farklılıklarını koruyup geliştirmektedir.

Kent Turizmi

Kentler arası yarışta kent turizmi olgusunun önem verilen bir yeri var. Dolayısıyla konuya tekrar kent turizmi açısından bakalım. Eğer kenti bir turistik ürün karması olarak pazarlayacaksanız; yerli veya yabancı turist, o kente bir başka yerleşime benzediği için değil, aksine diğerlerinden farklı olduğu için gelmeyi tercih edecektir. Bir kenti; adı ne olursa olsun, hangi kıta veya ülkede bulunursa bulunsun bir başka kente benzetmeye çalışmak, değerlendirmek istediğiniz o kentin yerel kimliğini yok etmek anlamına gelir. Aynılaşmış kimliksiz bir kente; hiç kimse ne gelmek, ne de o kentte yaşamak ister. Marka kent veya Dünya kenti olmanın yolu, aynılaştırmaktan değil, farklılıkları koruyup, gerekirse yeniden yaratıp geliştirmekten geçmektedir.

Bir kent, nasıl dünya kenti olur? Bir kenti, marka kent yapan nedir? Bazı yerel yöneticiler, bir kentin çağdaşlaşmasını kentte ünlü markaların, görkemli - ışıltılı mağazaların veya dev alışveriş merkezlerinin bulunmasına bağlar. Bu tür yöneticiler, kentin durumundan ve geleceğinden bağımsız olarak, kendilerini küresel markalar aracılığı ile tüketimin azdırıldığı ve alışverişin sanallaştırdığı dünyaya endekslerler. Onlar için yeni bir alışveriş merkezinin açılması, kente yapılan muhteşem bir yatırımdır.

Tarih Şaşırtmalı Kentler

Bir kenti küreselleştiren yaklaşımın, Dünyanın belli başlı büyük yerleşimlerinde olan kent mobilyaları olduğuna bağlayanlar da var. Onlar, kendi kentlerine baktıklarında özenilen bir yabancı kenti görmek isterler. Böyle bir yönetim anlayışıyla; genelde ucuz yapım malzemesi ile üretilmiş, taklit kent eşyaları bir anda şehrin her noktasını sarıverir. Böyle düşünen yöneticilerde taklit olandan uzak durma anlayışı pek yerleşmemiştir.

Bir kentin küresel olmasını, kentsel mekânın tasarımı ve kullanımı olarak algılayan anlayışlar da mevcuttur. Bu tür zihniyete sahip yöneticiler, kenti örneğin dev beton yapılarla doldurmaya çalışırlar. Bunların kente yapıştırdıkları yollar, köprüler veya yapılar, adeta Fred’li ve Wilma’lı Taş Devri çizgi filmindeki tarih şaşırtmalı yaşamı hatırlatır. Yapılanların ne yeridir, ne zamanıdır ne de bunlar bir ihtiyacın karşılanmasına hizmet etmektedir.

Küreselleşme adına denenmiş kolaycı anlayışların hepsinin, ortak bir noktası var. Bu anlayışlar, bir kentin özgünlüğünü ve farklılığını yok ediyorlar. İşin ilginci, bunu da gelişme, kentleşme, çağdaşlaşma veya Batı’ya uyum sağlama adına yapıyorlar. Dünyaca ün kazanmış kentlerin tümünün, ancak belli büyüklük sınırları içinde kaldığını ve en önemlisi bu kentlerin, tarihin derinliklerinden gelen yerel özgünlükleri ile farklılıklarını koruduklarını unutuyorlar.

Yaşadığımız Kent

Eğer bugün yaşadığımız kentte kısmen geleneksel özelliklerini kısmen koruyabilmiş bir semt ya da bölge varsa, bu durum varlığını sadece iyi şansa borçludur. Günümüzde kentler arası yarışta önde olmanın ana fikri, yerel kimliklerin ve kültürün korunması ve geliştirilmesidir. Dolayısıyla mevcut olanı yok ederek insanları daha fazla tüketime teşvik eden sanal alışveriş dünyaları oluşturmak yerine; doğal, tarihi ve kültürel değerler gibi yerel özgünlüklerin korunması öne çıkarılmalıdır. Yeni kentsel mekân ve fonksiyon tasarımları, kentin tarihten gelen özgünlüğünü koruyarak ve bunları öne çıkararak gerçekleştirilmelidir.

Beypazarı, Safranbolu, Odunpazarı gibi yerleşim bölgelerini gezdiğimde ve yüzümü ardından çağdaş dediğimiz kente döndüğümde her zaman aklımda bazı sorular beliriveriyor. İstanbul, Ankara, Bursa veya Eskişehir; yaşadığımız kentler ne kadar da çok birbirine benzemeye başladı. Bir kenti farklılaştıran nedir ki; bunu örneğin geleneksel semtte duyumsayabildiğim halde her geçen gün kentin “her yere benzeyen” caddelerinde daha az bulabiliyorum.

Apartmanlar arasından görebildiğimiz bir parça gökyüzü, toprak kokusunu duyurmayan yağmur ve bileşimi giderek bilinemezleşen kar, artık kentleri birbirinden ayırabilmemizi engelliyor. Kentin adı ne olursa olsun binalar hep aynı... Biraz fark varsa bile onu da tabelalar, reklâm panoları, elektrik direkleri ve enerji hatları ortadan kaldırıp aynılaştırıyor. Her kent, gün be gün aynılaşmış kimliksizliğe doğru ilerliyor.

Eskişehir ve Rekabet

Küreselleşmenin etkisiyle kentlerin ön plana çıkması, aklımıza hem ulusal sınırlar içinde hem de uluslararası ticaret anlamında bu teorinin bölgeler ve kentler için yorumlanmasını getiriyor. Fakat bu süreçte önemli olan kentlerin herhangi bir zaman dilimindeki mutlak üstünlükleri değil. Kentsel üstünlüklerin sürdürülebilirliği, rekabet açısından vazgeçilmez bir unsur olarak karşımızda duruyor. Çünkü artık kent ekonomileri, artan küresel rekabetin aktörleri olarak yaşamak zorundalar.

Kentlerin küresel aktörler olarak ulusal ekonomiye olan katkılarının artması, yeni bakış açıları ve yaklaşımlar geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Kentin gelişimine kolaycı yaklaşım, yerli ve yabancı sermayeyi kente çekme ve bununla yetinme yanılsamasıdır. Gerçekten bir kentte sermaye birikimi konusunda bir sıkıntı varsa, bunu aşmanın yollarından birisinin dışarıdan sermaye aktarımı olduğu düşünülebilir. Ama kentin öz katma değerinin artırılması açısından bakıldığında; yapılması gereken, kentteki tasarruf ve yatırım eğilimleri ile girişimcilik yetkinliklerinin geliştirilmesi olduğu anlaşılır.

Hedeflerine ve ölçeğine göre ulusal veya küresel ekonominin aktörü olmak isteyen bir kent, geçmiş döneme ait bir strateji olan yatırım çekmek ve böylece istihdam yaratmak saplantısından vazgeçmek zorundadır. Çağdaş kentsel kalkınma anlayışı, kenti oluşturan ekonomik ve sosyal aktörlerin katılımıyla sert rekabet ortamında ayakta kalmayı ve kalıcı büyümeyi sürdürmek olmalıdır. Bu çerçevede kentsel kalkınma ve kentsel sürdürülebilir rekabet gücü için kentteki aktörlerin ekonomik ve sosyal yeteneklerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Kent, kendi dinamiklerini canlandırmadığı ve sürdürülebilir kılmadığı sürece yüksek katma değer yaratmada ve kentler arası rekabette başarılı olamayacaktır.

Yarışta hiçbir kentin durumu, artık kolay ve rahat değil. Çünkü bir kentin kendisi için cazip bulduğu sermaye akımlarına, yatırımlara ve pazar payına talip olan çok sayıda kent var. Yaşadığımız çağ bir yandan katılımcı yaklaşımları gündemde tutarken; diğer yandan bu sert rekabet gerçeği, kent yönetimi anlayışını stratejik planlama, bütçeleme ve yenilikçi kaynak yaratma eksenine konumlandırmayı zorunlu kılıyor. Kentlerin geleceğe doğru dönüştürülmelerinde ve yeniden tasarlanmalarında yeni yaklaşımlar ile yeni yöntem ve tekniklere ihtiyaç var.

Geçen yüzyılda kentsel gelişmenin birincil yolu, merkezî hükümetten daha fazla bütçe ve yatırım alma şeklindeydi. Örneğin 19’uncu yüzyıldan 20’nci yüzyılın ilk yarısına olan sürece bakıldığında; Eskişehir’in kamu yatırımları açısından şanslı bir kent olduğunu görürüz. Hatta öyle ki; merkezî hükümetin yatırımlarının fazlalığı, bu kentin insanlarını kamuda ücretli çalışan olma yolunda ciddi anlamda motive etmiştir. Buna karşılık; Gaziantep gibi kamu yatırımları yönünden düşük akım alan kentler ise özel yatırım ve girişim yönünden ciddi gelişmeler göstermiştir.

Kentin Gelecek Tasarımı

Kentlerin öne çıkması ile birlikte yerel yöneticiler, kendi kentlerini bir çekim merkezi yapabilmek için yoğun bir çalışma içine girdiler. Dünyanın her bölgesindeki yöneticiler, kentli yurttaşlar için daha kaliteli bir yaşam arayışı başlattılar. Kentlerin bazıları, yöneticilerin gösteriş temelli popülist uygulamaları ile yaz-boz tahtasına dönerken, bazılarında ise üzerinde özenle çalışılmış geleceğe yönelik kalkınma stratejileri üretildi. Günümüzde sıklıkla duymaya başladığımız küresel kent, dünya kenti gibi kavramların arkasında genelde bu rekabetçi stratejiler var.

Küresel kent düzeyine terfi edebilmiş yerleşimlere baktığımızda; bu kentlerde nitelikli bir altyapının mevcut olduğu, ciddi sermaye akışı ve hareketliliği ile buna uygun finansal kurumların bulunduğu ve özellikle hizmetler sektöründe nitelikli kuruluşların varlığı gözlenir. Küresel kent kavramı ile özellikle kendi kaynaklarını ekonomik açıdan sürdürülebilir biçimde örgütlemiş ve gelişkin bir hizmetler sektörü kurumlaşmasına sahip kentler anlaşılıyor.

Bir kentin ekonomik ve sosyal konumunu tespit edebilmek için bu yerleşimin bölgesel, ulusal ve küresel göstergeler cinsinden nasıl niteliklere sahip olduğunu incelemek gerekir. Örneğin Eskişehir’i inceliyorsanız; komşu kentlerle, ulusal sosyo-ekonomik büyüklüklerle ve küresel ölçekteki gösterge değerlerle kıyaslamalar yapmanız zorunludur.

Çağımızda kentlerin gelişmişliklerinin ve ülkenin kentleşme düzeyinin, toplumsal refah ile çok yakından ilintili olduğu biliniyor. Bu nedenle; ekonomik ve sosyal gelişmişlikten söz edilirken, kent ekonomilerinin önemle ele alınması şaşırtıcı değildir. Bir toplumun sosyal faaliyetleri ile kültürel ve sanatsal canlılığının ciddi anlamda kentlerde oluştuğunu da özenle hatırlamalıyız. Son dönemde Eskişehir’in çekim merkezi olmaya başlamasında, kentte gözlenen sosyal, kültürel ve sivil canlanmanın katkısı olduğu kuşkusuzdur.

Daha önceki yazılarımda da sözünü ettiğim gibi; 19’uncu yüzyılın son yarısına kadar küçük bir Anadolu yerleşimi olan Eskişehir, 1900’lerin sonlarından başlayarak düşük tempoda büyümeye başlamıştır. 20’nci yüzyıla gelindiğinde ise o ana kadar yaşanan genel anlamda kendiliğinden büyümenin olumsuz sonuçları görülmeye başlamıştır.

Dönüm Noktası

Bugün Eskişehir, bir dönüm noktasındadır ve bu kırılmadan başlayarak vizyonsuz ve stratejik planlamasız ilerlemesi mümkün değildir. Bugün rakiplerle adil bir yarış içerisinde yer alabilmek isteyen bir kent, kalıcı rekabette performans başarısı ve sürdürülebilir kalkınma yetkinliği elde etme istiyorsa; bir vizyona sahip olmalı ve hedeflerine stratejik olarak gitmelidir. Bugün gıpta ile bakılan küresel kentlerin tümü, geçmişi geleceğe bağlayan bir vizyonu olan ve gelişimini stratejik planlama ile paydaşların katılımına dayandırmış olan yerleşimlerdir.

Kentsel nitelikler yönünden gelişmiş kentler deneyimi incelendiğinde; birkaç faktör dikkat çekiyor. Aşağıda sözünü edeceğim bu faktörlerin, günümüzün bilgi ve ağ toplumunda kentlere rekabet açısından da avantajlar kazandırdığı gözleniyor. Örneğin başarılı kentler kendi ekonomik ve sosyal iç dinamiklerini canlı tutarken, diğer yandan da yenilikçi ve kaliteli yatırımları çekmeyi başarıyorlar. Bu sürece bağlı olarak nitelikli işgücünün o kentte yetiştirilmesi yanında özgün nitelikleri olan yetkin çalışanların kente akmalarını sağlıyorlar. Dolayısıyla iyi bir kent, öncelikle kendi dinamikleri açısından canlı ve girişimci, daha sonra dışarıdan kaliteli sermaye ve işgücü akışı açısından çekici olabilmelidir.

Küresel yarışta başarılı olmasını beklediğimiz bir kentin, bilgi çağına ve ağ toplumuna uygun finans, sigortacılık, danışmanlık, muhasebe, denetim, eğitim, bilişim ve iletişim gibi alanlarda nitelikli firmalarla donanmış olması gerekir. Diğer yandan; kentin, getirisi ortalamanın üzerinde olan ve katma değer oranı yüksek işletmelere sahip olması, rekabette diğer önemli unsurlardır.

Eskişehir özeline baktığımızda; kentin iki üniversitesi, yüksek okullaşma oranı, yüksek nitelikli altyapıya sahip bir organize sanayi bölgesinin varlığı, kent halkının çok kültürlülük özelliği ve giderek yükselen sosyal, kültürel, sanatsal ve sivil etkinlikler dikkat çekiyor. Bunlar, iyi özelliklerdir. Katılımla oluşturulmuş kent vizyonu ve yetkin stratejik planlama eksik veya zayıf kalan unsurların hızla toparlanması sonucunu verecektir.

İnsan ve Kent

Değerli olan nedir? İnsanın kendisi mi, yoksa üzerindeki giysiler ve takıları mı? Hiç kuşkusuz; soruyu cevaplayanların çok büyük çoğunluğu, gerçek değerin insan olduğunu söyleyecektir. Aynı soruyu “Bir kentte değerli olan nedir?” şeklinde sorsam, muhtemelen alacağımız cevaplar arasında binalar, caddeler, sokaklar, alışveriş merkezleri, mağazalar ya da heykeller vs gibi dış mekân mobilyaları öne çıkacaktır.

Bir kentli yurttaş, yaşadığı kentin nesiyle övünür? Sokak mobilyaları ile mi? İnsan yapımı fiziksel yapılarıyla mı? İklimiyle mi? Akarsuyu ya da dağlarıyla mı? Bir kentte değer olan nedir? Bir kentin övünmeye değer en önemli kaynağı ne olabilir?

Kentler, insanların yerleşme ve yaşama alanı olarak düzenledikleri mekânlardır. Bu ortamı yaratan insandır. Daha da önemlisi, kendi yaşamını sürdürmek için yapmıştır. Kenti anlamlı kılan insandır. Bu nedenle bir kentin değerini de ağırlıklı olarak o yerleşimin insan kaynağı belirler. Bir kent, orada yaşayan insan topluluğu ile değerlenir. Dolayısıyla yaşadığımız kent ile övünecek isek öncelikle kentimizin insan varlığı ve insani birikimi ile övünmemiz gerekir. Övünmek için ise önce insanı, buradan kaynaklanarak kentimizin insanını sevmemiz ve ona saygı duymamız gerekir. Sevgi ve saygı duymayı ise kentimizin insanına sahip çıkarak pekiştirmeliyiz. Şehir toplumu, önce kendi insanını sevmeli ve ona sahip çıkmalı; ardından onunla övünebilmeyi bilmeli.

Başta seyahatnameler olmak üzere tarih kitapları, 19’uncu yüzyılın (1800’lü yılların) ortalarında Eskişehir’i küçük ve bakımsız bir kasaba olarak tanımlarlar. 1800’lü yılların başlarında Eskişehir’in 800 hane ve 4500 kişilik nüfustan oluştuğunu söyleyen tarih araştırmacıları var. Ancak 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru nüfus artmaya başlar. Eskişehir’in, 1870’de bağlı bulunduğu Hüdavendigar Vilayeti kayıtlarında 3339 hane, 5 mahalle ve 7931 Müslüman erkekten oluştuğu belirtiliyor. Demiryolu hattının yapılmaya başlanmasından önce, 1885 tarihli Hüdavendigar Salnamesi’nde merkezdeki nüfusun 17 bin küsur olduğu ifade ediliyor. 1893’te ise Eskişehir kazasının köyleri ile birlikte nüfusunun 60 bin dolayında olduğu belirtilmiş. Yaklaşık bir hesapla kaza merkezi, toplum nüfusun yüzde 25-30’u dolayında… Günümüzde ise kent merkezinin nüfusu, il nüfusunun yaklaşık yüzde 85’i…

Yukarıda anlattıklarımızdan çıkarılacak sonuç, Eskişehir’in özellikle merkezinin 1800’lerin sonlarına kadar küçük bir yerleşim olduğudur. Yerleşimin büyümesi, 19’uncu yüzyılın sonlarında demiryolunun yapımı ve Kırım ile Balkan’lardan gelen göçler ile başlamış. Türklerin Asya’dan Anadolu’ya gelişinin tamamlanmasından sonra Eskişehir; 1800’lerin sonlarına kadar ciddi göç almayan, homojen sayılabilecek bir nüfusa sahip, küçük bir yerleşim olarak kalmış. Özetle; Eskişehir’in özellikle nüfus olarak büyümesi, yaklaşık 110-120 yıl gibi bir kent için oldukça kısa sayılabilecek bir sürede olmuş. (Ana soruna işaret eden bir uyarı notunu burada vermeliyim. Kentin ekonomik büyümesi, ne yazık ki bu yaklaşık yüz yıllık dilimde aynı hız ve yoğunlukta olmamış.)

19’uncu yüzyıl sonlarındaki büyümenin ana kaynaklarının başında İstanbul-Bağdat demiryolunun yapımı ve bu hattın en önemli duraklarından birisi olarak Eskişehir’in belirlenmesi olduğunu biliyoruz. Demiryolunun yapılmaya başlanması ile birlikte yabancı işçiler ve aileleri yanında yerli ve yabancı tüccarlar da Eskişehir nüfusuna katkı yapmışlar. O dönemde Eskişehir’de bir Avrupa Mahallesi bulunduğu belirtiliyor.

Eskişehir tarihini yazan araştırmacılar, yerleşimin nüfus yapısını farklılaştıran göçlerin demiryolunun yapımından önce başladığını anlatırlar. Kırım ve Rumeli göçmenlerinin önemli bir bölümü, yapım ile birlikte demiryolu etrafında yerleştirilmiş. Bu süreçte yeni oluşturulan göçmen köylerinin sayısında ciddi artış olmuş. Ama ne yazık ki (Eskişehir tarihini araştıran bazı yazarların da belirttiği gibi) yerli nüfus ile Rumeli ve Kırım’dan gelen göçmenlerin kaynaşması kolay olmamış. Kökleri Eskişehir’in büyümesinin ilk yıllarına dayanan bu kültürel çatışma sorunlarının, günümüzde de izlerini sürdürdüğünü biliyoruz.

Kesin olan şudur ki; 100 küsur yıl içinde küçük bir yerleşimden dış göç akımları ile büyüyen Eskişehir’de hemşehrilik kurumu gelişmemiş. Bir yandan hemşehrilik için gerekli olan zamanı, diğer yandan planlı kültürel kaynaşma desteğini bulamamış olan Eskişehir, hemşehrilik duygusu gelişmemiş bir yerleşim olarak büyümüş. Üniversitelerin taşıdığı yeni insan akımlarının da katılması ile çok-kültürlü bir kent toplumu oluşurken, hemşehriliğin beraberinde büyütmesi beklenen sosyal sermaye (karşılıklı güven ve işbirliği kültürü) gelişememiş.

Mevcut durum, yukarıda özetlediğim gibi… Taklitçi zihniyet ise kentin geleneksel yapısına daha fazla zarar vererek elde olanın da kaybolmasına neden oluyor. Batıdan ya da Doğudan kökeni ne olursa olsun; kendi akışı içinde oluşana alternatif olarak başka kültürleri kopya etmenin yarattığı şekilsiz ortam, kentin ekonomisinden sosyal yaşamına kadar her alanda zarar veriyor.

Bir sorunun varlığı, onun kaynaklarını ortadan kaldırmak için önlemler alınması gereğine işaret eder. Eskişehir’in sosyal sermaye konusunda eksiklik ve zafiyetini gidermenin yolları var. Bunlar öncelikle kentteki tüm kurum ve kuruluşların iyi niyetli işbirliği ve ortak çalışma platformlarını aramalarından geçiyor. Bu bağlamda da kişilerin, kurumların ve işbirliklerinin önünü tıkamalarına da karşı durmak gerekiyor. Bazı kişilerin kentin kurum ve kuruluşlarını, devletin makamlarına tırmanmak için basamak yapmalarına engel olmaktan geçiyor.

Eskişehir, şimdiki durumuna yaşadığı dönemlerin bir sonucu olarak gelmiş olabilir. Ama bu durumda bile işbirliği ve güven kültürünü geliştirmesi mümkündür. Çünkü bunun yöntem ve araçlarına ilişkin kültür var. Sadece yararlanmayı istemek ve buna göre örgütlenmek gerekiyor.

Eğer kentin vilayet makamı, belediyeleri, meslek odaları, üniversiteleri özel sektörü ve sivil toplum kuruluşları birbirleri ile geçinemiyorlarsa o kent, Sodome ya da Gomora olmaya hızlı adımlarla ilerliyor demektir. Kent, kendi insanına saygı duymalıdır. Kent, kendi kurum ve kuruluşlarına sahip çıkmalı, onları geliştirmenin yol ve yordamlarını aramalıdır. Kent, kendi insanını ve kuruluşunu eleştirmek ve karalamak yerine bardağın (boş tarafını göz önünde tutarak) geliştirmenin, desteklemenin ve geliştirmenin enerjisini yaratmalıdır. Kent, kendi insanını sevmelidir.

Gürcan Banger

Comments


Post: Blog2_Post

Subscribe Form

Thanks for submitting!

©2020, Eskişehir tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page